Yolun başlangıcında bir ejderhanın etrafa alevler
püskürttükten sonraki kalan sinir ve ruh haline bürünmüştüm. Bu ruh haliyle ne
dikkatimi çekebilirdi ki derken, yolu kaybettiğim hissine kapıldım. Ruhumda ki
duygu karmaşası yanında bu kaybolma hissim yoğun sisli bir havada nargile
dumanının sise destek vermesi gibiydi. Yoğun ama aynı zamanda körelten bir
duygu yoğunluğu içerisinde doğru yolda olduğumu gösteren abbaraya henüz
varmıştım. Abbaranın eşiğinden sağa sola bakarken sağ çaprazdan çöp kutusundan
süzülen çöp suyu kokusundan daha keskin bir kokunun burnuma çarpması beni bir
adım geriye itmişti. Ölü bir hayvan mı vardı acaba? Yola devam etmem
gerekiyordu algılarımı kokuya ve zihnimdeki ölü kedilere kapatmaya çalışıp bir
çırpıda abbaraya girdim. Abbara da ki yazılar dikkatimi çekmişti belli ki yine
ergenler iş başındaydı. Aşk itirafları kalbin içinden ok geçirmeler falan tabi
onların ki de farklı bir kafa diye söylenmeye başladım. Abbaradan çıkmak için
çıkışa yöneldim ve tam çıkışın ağzında duran kedi belki de köpek mi demeliyim. Hiç
o kadar büyük kendi görmemiştim şaşkınlık içerisinde kedinin, taşların
arasından kendi zor bela dışarı atmışçasına duran birkaç yeşil tanesinin
üstünden atlayıp duvara çıkmasını izleyip yoluma yeniden odaklandım.
Yolda, rüzgarın
ensemi merhametli soğuk bir çift el ile okşamasıyla, Mardin taşlarının
arasından harabelerin her geçen gün artıyor olmasının verdiği endişe ile devam
ediyordum. Yol boyunca görkemli büyük Mardin evlerinin boynunu büken kiralık
veya satılık yazıları endişemi artıyordu. İnsanları anlamıyorum nasıl oluyordu
bu büyülü mekanı bırakabiliyorlardı. Üzücü düşüncelerle beraber kendimi
turunçgiller sokağında buldum bir anda. Yüzümde tuhaf bir tebessüm oluşturuyordu
sokağın ismi. Aslında Mardin ve turunçgiller sokak, çarpık bir birliktelik gibi
bir şeydi. İki ismin bir arada anılması J
Ahşap kapıların ve merdiven basamaklarının beni çocuk yürüyüşüne zorlaması yol
boyunca farklı hisler yaşayacağımın fragmanı gibiydi.
Yol almaya devam ettikçe sokaklarda tek bir insanın bile
olmayışı tedirginlik hissi
uyandırıyordu. Yol sapağına geldiğimde sol tarafımda bir evin sakağı cep gibi
nüfuz ettiğini gördüm. Aslında bu Mardin de enteresan bir görüntü değildi o
halde orada dikkatimi çeken olay neydi? Neden gözlerim evin cephesinde defalarca
gidip geliyordu. Çok geçmeden ilgimi çeken evin önündeki metal çubuklar ile
oluşturulmuş gölgeliğe bağlanan iplere doğru yaklaştım. Sağ elimi iplere atıp
neden burada olduklarına dair cevap ararken yerde ki birinci sınıf yazısını
andıran karmaşık bir yazıyla dilek direği olduğunu anlayıp yola koyuldum. Artık
yol tekinsizliğini kaybediyordu. Yakınlardan gelen çeşme sesi tekinsizliği
koyan bir bekçi görevini üstlenmişti. Su ve kuş sesleri taş evlerin arasından
altın sarısı rengi ile ben buradayım diye bağıran sokak levhasını fark etmemek
mümkün değildi. Levhada ki sokak ismi tüm bu ilgi çekiciliğin geride bırakacak
cinsteydi. Ev görünümün de bir mekanın kapısının üstünde yazan WC yazısı,
kapının üstünde ki mutsuzlar sokağı levhası farklı algılar oluşturuyordu. Bu Farklı
hislere sokak boyunca duvarlara çizilmiş smile ve aşk sözleri mutsuzlar
sokağında ki çarpık ilişkinin hakkını veren cinstendi.
Camı açık bir evden
kulakları patlatırcasına yükselen ‘10 kavanozu 100 lira bu da yetmiyormuş gibi
üstüne 1 kilo polen veriyoruz ‘ sesi takip edip parmak uçlarıma yükselip odanın
içine bakmak için çaba sarf ettim zemin kat olmasına rağmen pencere çok
yüksekti. Bunca çabaya rağmen alın hizasına yükselebilmiştim. Hayal kırıklığıyla
tabanlarıma düzgün basar vaziyete geldiğimde bel hizamda bir pencerenin
olduğunu fark ettim. Belli ki sıcak veya soğuk hava için belki de fareler için
pencereyi muşamba tarzı şeffaf bir plastikle kapattıklarını gördüm. Üstüne çocuklar
açamasın diye pet şişe kapaklarını çivi ile derz boşluklarına sabitlemişlerdi. Olağanüstü
bir mühendislik örneği izlermişçesine bu küçük pencerede ki ayrıntılara
takıldım. İçimden bizim ülke tam mühendisler diyarı, kıymet bilinmiyor diye
söylenmeye başladım. Sokakların canlı olduklarını hissediyordum sanki ruh
halime göre şekil alıyorlarmış gibi. İyi olduğunu düşünmediğim bir ruh hali
içindeyken dar sokaklar , dar sokaklara eşlik eden yüksek duvarlar tam bir
labirent hissi. Neşeli ruh haline büründüğüm zamanlarda genişleyen sokaklar,
alçalarak önümü açarmışçasına sağa sola çekilen duvarlar, sonsuzluğu Mezopotamya’nın
yeşil, kahverengi ve mavi rengin harmanlanmasıyla bana sunan bir Mardin ile baş
başaydım. Daha çok bağlanıyordum Mardin’e her geçen gün bana gizemli başka bir
odasının kapısını açıyormuş hissine kapılıyordum. Az ilerde damların yol hizasında olduğundan
önümde ki büyüleyici sonsuzluğu daha iyi idrak edebiliyordum. 10 kedi boyu
kadar ilerde -kedi boyu diyorum evet kedilerin yoğun olduğu bir bölgeydi- 10
basamaklı açık bir abbaraya dayanmış merdiven vardı. Merdivenin neden orada
olduğuna anlam veremeyip üstüne çıktım. Aklıma land art ile yapılan kolaj
çalışmaları geldi. Önümde bir kubbe vardı ama farklı görünüyordu. Çünkü camilerin
dışında yapılan kubbeler genelde içte kalıyordu veya belki de bana öyle
geliyordu ama çirkin bir görüntü oluşturduğu kesindi belki de kubbenin yere
çok yakın olmasından kaynaklanıyordu bende ki beğenmeme duygusu. Beğenmeme
demişken artık gerçekten mimar olmaya başladığımızı fark ettim dış dünyaya hep
bir eleştirel gözle bakmalar, beğenmediğimiz noktalara ayak üstü tasarım
yapmalara çalışmalar falan gerçekten de değişmişiz. Buna mesleki deformasyon
deniyor galiba , bu yaşantımız da ufaktan kendini his ettirmeye başladı. Uf
zihnim hep böyle yapıyor daldan dala atlayıp olduğum mekandan koparıyor beni.
Kubbe de kalmıştır. Kubbenin bir girişi gösterdiğini anladım inceleyince. Medrese
tarzı bir yerdi galiba. Merdivenden inip açık Abbaradan yoluma devam ettim .
Açık Abbara demişken Mardin de pek karşılaşılan bir şey değil aslında. Genelde böyle
ferahlık olmaz abbaralar da hatta bunun üzerine hikayeler bile sıkça bulunur.
Ah yine bu çocuk gibi hissettiren merdivenler. Soluk soluğa bırakıp ve sonları
yokmuş gibi davranan merdivenler. Oh nihayet düzlükteydim. Eğilip iki elimi dizime
dayanak yapıp nefes alış verişimin normal düzeye dönmesiyle devam ettim.
Farklı bir yer gibiydi bulunduğum sokak. Küçük mahalle arasında
bir bakkal. İçinde ki en pahalı yiyecek ekmekti galiba. 50 kuruşluk ekmek.
Bakkalın önüne gölge yapması için konulmuş tente. Geride bıraktığım abbraların
devamı gibiydi. Bakkalda ki yaşlı amcanın arapça cümlelerinin arasına
serpiştirdiği birkaç Türkçe kelime ile bizimle diyaloğa geçmeye çalışması
Mardin de sık görülen bir durumun daha tatlı bir versiyonu gibiydi. Bakkalın az
ilerisi yolumuzun sonu olduğuna dair belirtiler taşıyordu. Yolculuğun bütün
karması burada gibiydi. Bakkalın 5 adım ilerinde bir ağacın önünde bulunan
koruma taşlarının üstüne çöküp etrafı izlemeye başladım. Önümde duvarların izlemem
için geri çekildiği Mezopotamya ovası, onun sağında rehber edasıyla aşağı inen
çok eğimli bir yol, yola eşlik eden evler, evlerin sağından panoromik şekilde
devam ederken az evvel ki yoldan daha dik olan başka bir yol (araba 3 defa yolu
çıkmaya çalışmasına rağmen çıkamayıp üstümüze doğru geri geri geldi), panoromik
açıyı kaybetmeden devam edince yoldan aşağı doğru akarsuyun etrafına dizilmiş
taşların edasıyla duran görkemli büyük Mardin taş evleri, evlerin cephelerinde
bulunan atık su boruları, borulara eşlik eden Mardin’in kahverengiliğine karşı
çıkarmışçasına duran sarı ve yeşil renklere sahip olan taşları delermişçesine
çıkan bitki yoğunluğu. Mardin’in büyülü odalarının başkasındaydım şimdi. Odanın
keyfini çıkarıp ovaya uzun uzun bakmaya başladım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder