31 Mayıs 2016 Salı

MİSA

Bir varmış bir yokmuş. Zaman zaman içinde kalbur saman içinde, cinler su taşırken gizli tünel içinde. dört kapılı,kimsenin evinin kimsenin güneşini kapatmadığı,bir dağın eteklerine kurulmuş bir mardin şehri varmış.Bu şehirde güzel mi güzel,  akıllı mı akıllı Misa adında bir kız yaşarmış. Misa'nın ailesi iki katlı bir evin ikinci katında otururlarmış. Misa evin tek kızıymış. Anne babası onu çok severlermiş ve el üstünde büyütürlermiş. Ancak ona zarar gelmesin diye küçüklüğünden beri Misa'nın ihtiyaç dışında dışarı çıkmasına izin vermezlermiş.

 Misa evine ara sıra gelen komşularının kızı Fatma'yı çok severmiş. O gün de gelmiş Fatma  ve birlikte evlerinin terasına çıkıp en sevdiği eğlencesi olan uçurtmayı uçuruyorlarmış. Misa Fatma'ya  ''uçuran bir kişi ama gökte sadece sen varsan yalnız bir kuş gibisin. Nereye gideceğini ne yapacağını bilemiyorsun'' deyip iç geçirmiş ve bir kuş olup uçmak istiyormuş o an. Küçükken pek ehemmiyet vermediği bu durum artık bir genç kız olduğu için canını çok sıkıyormuş Misa'nın. Kendini hapsedilmiş gibi hissediyormuş ve eski neşeli hallerinden de eser kalmamış, içine kapanmıştı artık. Fatma gittikten sonra odasına geçip yatakta öylece uzanıp tavandaki taşların üzerine yapılmış işlemeleri izliyormuş. aniden kapının yanındaki koltukta birinin varlığını farketmiş. Çok korkmuş ilkin ama doğrulup ona bakınca güzelliği karşısında hayretle gülümseyivermiş. Bu tıpkı masallarda dinlediği peri kızlarına benziyormuş. saçları sarı ve upuzun ,gözleri masmavi, yanakları al al imiş. Misa 'nın yanına yaklaşmış ve adının Pırıl olduğunu söylemiş. Bu şehirde anlatılan o inanılması güç, efsaneleşmiş olayların hepsi gerçekmiş ve cinler tarafından yapılıyormuş.  O da bir cinmiş ve insanları mutlu etmekle görevliymiş. Sonra Misa' ya elini uzatmış ve benimle gel hadi demiş.Misa tereddüt etse de bıkmış olduğu bu esaretten kurtulmak istemiş bir an ve Pırıl'ın uzattığı eli tutmuş. Saniyeler arasında kendisini şehrin  bir sokağında  bulmuş .Pırıl onu gezdirirken aynı zamanda cinlerin yaptığı işleri de anlatmış. Sonra karşılarına bir abbara çıkmış. O da ne? Kapıda iki garip şey var. Pırıl Misa'ya korkmamasını söylemiş, yaklaşmışlar.Yüzleri dikdörtgenmiş , üç gözü varmış ve ayakları da yokmuş. Onlar da cinmiş ve abbaraların bekçiliğiyle görevlilermiş. Abbaralardan gece vakti geçen kötü niyetli insanlar olursa onların üzerine abbaraları kapatır ve onlara ders verirlermiş. Annesinin defalarca anlattığı ancak Misa'ya uydurma gibi gelen bu olay gerçekmiş. Şehrin sokaklarını gezmişler gezmizler. Misa yeniden doğmuş gibi çok mutluymuş. Sonra dağın eteklerindeki bir kapıya gelmişler. Bu normal bir kapı değilmiş,kayadan yapılmış ve devasa bir büyüklüğü varmış.Bu kapıyı diğer insanlar göremezlermiş. Buranın ardında cinlerin yaşadığı yerler varmış. Pırıl tekrar Misa'nın elini tutmuş. Kapı açılmış ama Misa hiçbir şey görmüyormuş . Bir adım atınca Misa kendini uçurumdan düşmüş gibi hissetmiş ve çığlık atmış. Ancak saniyeler içinde garip bir yere inmişler ve Misa hala Pırıl'ın elini sıkı sıkı tutuyormuş. Çok eski duran yerlermiş buralar ve daracık yerlerden aniden genişçe yerlere çıkılıyormuş. Duvarlarda çeşitli boylarda oyuklar varmış ve buralar cinlerin evleriymiş . Onlar böyle yeraltında yaşarlarmış. Bu biraz da Misa 'yı korkutan yerlerden geçip çok aydınlık bir yere çıkmışlar. Her yer yemyeşilmiş ve masmavi derelerden sular akıyormuş.Bu suların sonunda kuyular varmış ve sular oraya dökülüyormuş. Bu kuyuları da yeraltından cinler yapıyorlarmış ve bütün şehre bu kuyulardan su dağıtılırmış. Etrafta her geçtiği yerde gördüğü farklı farklı görünüşlerdeki cinlere alışmış artık korkmuyormuş Misa. Misa'nın aklına hiç gelmemiş olsa da Pırıl  eve gitme vaktinin gelmiş olduğunu söylemiş. Misa gözünü kapatıp açınca kendisini odasında bulmuş. Her şey bir rüya gibiydi,yoksa gerçekten rüya mıydı bu? O günden sonra  Misa'nın çok mutsuz olduğu anlarda Pırıl beliriverirmiş yanında ona arkadaşlık edermiş ve böylece Misa hayatının sonuna kadar hiç yalnız kalmamış.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Oyun ve Kurallar Dünyada Kalır Ötesi Yoktur…

Bir varmış,  bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde
deve tellal iken, pire berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken,
ak sakal, sarı sakal berber elinden yeni çıkmış kırkılmış yok sakal, kasap olsam sallayamam satiri
nalbant olsam nallayamam katırı hamama girsem sorarım natırı
nadan olan bilmez ahbap hatırı dereden geldim, sandığa girdim bir de ne göreyim, köşede bir hanim oturuyor
şöyle ettim, böyle ettim, yüzüne baktım, hanim yerinden kalktı
çıktık birlikte yola ne saga baktık ne sola gide gide Kaf dağının arkasına geldik ki
ne ileri gidilir ne geri, sana bir masal söyliyeyim gel beri.
O zamanlar eski tarz mahallelerin olduğu zamanlar hani kimsenin kapısını kitlemediği akşamları komşuların kapılara dökülüp çekirdek çitlediği çocuklarında gece 12 lere kadar dik ve uzun merdivenleri inip çıkıp oyun oynadığı  mahalleler… Yine bir gün çocuklar saklambaç oynamak için tek katlı iki katlı rengarenk evlerinden hızlıca dışarı çıkmışlar .  Her mahallenin oyun kuralları olduğu gibi bu mahallenin de oyun kuralları varmış . Kaybeden çocuk gece tek  başına mahallenin dışındaki bahçesinde kurumuş tek bir ağacın olduğu demir kapılı yarı göçük halde olan evde yaşayan mahallenin en tanınmış, en nefret edilen huysuzluğu ile nam salmış çocuklar kadar büyükler tarafından da sevilmeyen adamın evinin önünde ki dev taş duvarı aşıp bahçesine taş atması gerekiyormuş.
Yıllar yıllar mahalle kuralı böyle devam ederken bir gün mahallenin huysuz adamı ölmüş. Adamın sevilmemesinden dolayı cenazesine imam ve mezar kazıcılar dışında kimse katılmamış. Ancak o gün mahalle çocuk seslerinin hiç susmadığı mahallede çocuk sesleri hiç duyulmuyordu. Huysuz adam ölmüştü ve çocukların yeni bir mahalle kuralı bulması gerekiyormuş. Mahallenin merkezinde bulunan söğüt ağacının altında mahallenin bütün çocukları bu kuralı bulmak için toplanmıştı. Hiç kimse kuralı değiştirmek istemiyordu çünkü babaları, abileri, ablaları bu kural ile büyümüştü. Ve sonunda huysuz adamın artık yaşadığı yere mezarına oyunu kaybeden çocuğun taş atmasına karar vermişler.


Yeni kuralın koyulduğu ilk gün oyunda kaybeden çocuk gece tek başına mahallenin dışındaki çukur ve çamurlu yoldan kalp atışı hızlanarak korku içinde devam ediyordu. Yürüdüğü yolu ve mezarlığı az da olsa aydınlatan üzerinde sineklerin dans ettiği iki üç tane sokak lambası vardı. Bu az da olsa çocuğun korkusuna biraz dem vuruyormuş. Çocuk mezarlığa girdiyi zaman elektrik tellerinin üzerine konmuş baykuşlar ötüşüyor siyah bir kedi ise çocuğu gözlemliyordu. Çocuk korku içinde avucu kadar büyüklükteki bembeyaz taşı huysuz adamın içinde cesedinin olduğu toprağa fırlattı. Ve işte tam o anda büyük bir kum fırtınası göz gözü görmeyecek şekilde bütün mahalleyi sardı. Çocuk kum fırtınasının içinde kaybolup gitmişti. Artık o mahallede hangi çocuk eline taş alırsa kum fırtınası mahalleyi aşıp evlerin birbirinin üstüne bindiği taş evlerin bulunduğu şehri göz gözü görmeyecek hale getiriyordu.

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Ayızıt , Mardin ve Ay

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde ,Cinler cirit oynarken eski Mardin küçelerinde. Bir serçe kanadını kırk katıra yüklettim. Ne az gittim, ne uz gittim kayalıklardan aşağı düz gittim.Eski zamanlardan develerin diyarlarının görünür olduğu zamanlarda , ben diyeyim ejderhalar dönemi siz deyin efsunlu aşıkların dönemi. Tüm medeniyetleri besleyen şefkatli bir annenin yaşadığı mezopotamya krallıkları dönemi. Doğa ve insanların barışık olduğu bir dünyanın var olduğu zamanlarda. Mardin diye dağın tepesine kurulmuş nazlı bir kadın gibi duran bir şehir varmış. Bu şehrin iyi insanlara ve kötü insanlara gösterdiği yüzü hep farklıymış. Kötü insanlara hep korkutucu, cin hikayeleri ile dolu tedirgin bir hava sunarmış. İyi insanlara ise şefkatli kollarını açan bir anne misali insanları uçsuz bucaksız sokaklarında gezintiye çıkarırmış. Eğer çok iyi bir insan olursan sana kendinden bir parça olan aynı zamanda gecelerin tek dostu olan ay'ın parçasını da taşıyan ay yüzlü , zümrüt gözlü, selvi boylu, gül gülüşlü oğlunu tanıştırırmış. Mardin’in oğlu sokaklarla bütünleşir ne zaman nerde karşına çıkacağı belli olmazmış. Kimi zaman kapanan bir abbarada, kimi zaman sonsuzluğa davet çıkaran Mezopotamya ya daldığın bir an karşında belirirmiş. Annesi Mardin babası ay olan bu çocuğun adı Ayızıt’mış. Güzel insanların güzelliklerini Ayızıt tan alındığı söylenirmiş. Dilden dile  hep böyle aktarılmış. Ayızıt'ı gördüğünü söyleyen insanların kimisi onu 18 yaşında yağız bir geç olarak tarif ediyormuş kimisi de dünyalar güzeli bakmaya doyamayacağın oturup öpmeye başlasan bıkmadan yıllarca öpebileceğin 4-5 yaşlarında bir oğlan çocuğu olarak anlatırmış. Ayızıt'ı görenlerin olmasını çok istedikleri dilekleri gerçek olurmuş. Annesi Ayızıt’ın insanlara kapılıp gitmesinden ve onu terk edip başka şehirlere yerleşmesinden çok korkarmış. Çünkü Mardin iyi insanların varlığından emin olduğu kadar kötü insanların varlığından da haberdarmış. Gündüzleri Mardin’in taşları hep Ayızıt’ı takip edermiş geceleri ise Mardin uyuduğun da Ay ışığının ulaşabildiği her yere onunla beraber gidip onu korurmuş.  Her evin Mezopotamya’yı gördüğü bir düzen de Ay’ın ışığı her pencereden geçip odalara ve küçelerin en dar yerlerine bile süzüldüğü için geceleri uyuyan Mardin’in taş kabartıları arasında gizlenen kötülüklere engel olması zor olmuyormuş.

Günlerden bir gün Ayızıt annesinin eteklerinde oyun oynuyormuş. Bir küçenin duvarından geçip diğer küçeden çıkıyormuş. Bu oyun  Ayızıt’ı çok eğlendiriyormuş. Ayızıt’ın kahkahaları sokaklarda çınlıyormuş. Ama insanlar bu kahkahaları duyamıyormuş. Enteresandır ki bazı insanlar sebepsiz yere mutlu olduklarını söylediklerinde bilgeler bunu hep Ayızıt’ın neşesine bağlarlarmış. Ayızıt oyunlarında bu kadar eğlenirken bazı günler annesi ona seslenirmiş. Mardin oğluna iyilerin yanında kötülerinde olduğu gösterip onu zamanla eğitiyormuş. Bugün yine o günlerden biriymiş. Mardin usulca oğlu Ayızıt’a bütün şefkati ve sevgisi ile seslenmeye başlamış. Küçeler de ki taşların arasında bir damar gibi dolaşan topraklardan sesler yükselmeye başlamış. ‘Gül gülüşlü evladım , Oğlummmmmmmm , Ayızıtttttttt, Annesinin küçelerine hayat veren yavrum gel seni bir yere götüreceğim ‘. Ayızıt’ın kahkahaları kesilmiş birden ve tamam annecim nereye gideceğiz diye cevap vermiş. Ayızıt çok akıllı Mardin ve Ay’ı hiç kırmayan yüreği saf iyilikten bir kuyu gibiymiş. Art niyetin ne olduğuna dair hiçbir bilgisi dahi yokmuş. Mardin Ayızıt’ın bu durumundan ötürü belli zamanlarda onu çağırıp kötü insanların varlığını gösteriyormuş. Annesinin Ayızıt’a seslenmesiyle küçeler de ki duvarların taşları birbirinden uzaklaşmaya başlamış. Taşlar Ayızıt yanlarına geldiği için çok mutlu olmuşlar. Ayrı ayrı Ayızıt’a seslenmeye başlamışlar ‘ hoş geldin , hoş geldin, seni çok özledik, hiç gitme, beraber oyunlar oynayalım’ sesleri yükselmiş. Ayızıt’ın  aydan parlak yüzünde güneşten daha sıcak bir tebessüm oluşmaya başlamış. Bu sıcak güneşten bir parça olan gülüşüyle taşların hepsine teşekkür edercesine  teker teker el sürüp annesinin  ona açtığı uzun ışıktan gözleri kamaştıran, taşların arasından çıkan yeşillerin güzellik, su ve kuş sesleri eşliğinde bu huzurlu ve ferah yolda annesinin istediği yolda ilerlemeye devam ediyormuş. Birden soğuk bir esinti ile ürpermeye başlamış. Az gitmiş uz gitmiş yolun sonuna daha da yaklaşmış. Yolun başında olan aydınlık, huzurlu ve ferah hava yerini tedirgin, tüyleri ürperten, sessizliğe bırakmışmış. Ayızıt her adımda neşesinden ve enerjisinden ben diyeyim yüz siz deyin bin deve yükü ile enerji kaybetmeye başlamış. Ayızıt Mardin’e titrek bir ses ile ‘ korkuyorum anne daha fazla ileri gitmek istemiyorum, oyun oynamak istiyorum ’ diye seslenmeye başlamış. Mardin oğluna ‘ korkma oğlum sen hep içimdesin sana bir şey olmasına izin vermem’ diyerek Ayızıt’ın korkusunu almış. Ayızıt korkusunu geride bırakarak daha emin adımlar ile sona gelmiş. Az gitmiş uz gitmiş, arpa boyu dünyanın sonuna varmış olsa da yolun sonunu getirmeyi bilmiş. Yolun sonunda Annesi Ayızıt’a eğil diye seslenmiş. Ayızıt eğildiğinde karşısında bir oyuk görmüş. Oyuktan dışarı baktığında karanlık bir mağara, Mağaranın içinde iyilik en son yüreğine uğradığında çocuk olan insanlar görmüş. Mağarada ki insanların müsrif, gamsız, çıkarlarından başka bir dünyayı tanımadıklarını annesi Ayızıt’a anlatmaya başlamış. Devam etmiş ‘ oğlum sen sen ol kötü insanlar ile arkadaşlık yapma. Onlar kömür iyi insanlar süt gibidir. Bir kere tozları üstüne düşerse anında içinde yayılmaya başlar. Sen sen ol kötülerden uzak dur evladım’ demiş. Ayızıt bunun üzerine Mardin’e tamam annecim şüphen olmasın kendimi de iyi insanları da kötülerden koruyacağım demiş. Günlerden bir gün Ayızıt annesinin şefkatli küçelerinde oyun oynarken birden canı sıkkın olan yüzüne bin yıldır tebessüm yaklaşmamış gibi bir yüzü olan bir genç görür ve Ayızıt’ın dikkatini oldukça çeker bu. Ayızıt bu gence doğru yönelmeye başlar annesi hayır Ayızıt gitme. Sadece belli zamanlarda insanlarla karşılaşabilirsin. Ayızıt dinlemez ve hızlı adımlar ile gence doğru ilerlemeye başlamış. Annesi onu engellemek için yoluna birden bir duvar çıkarmış ama Ayızıt duvarlardan geçebiliyordu annesi bunu unutmuş Ayızıt yolundan ve düşüncesinden vazgeçmeden gencin yanına varmış. Seslenmiş Ayızıt gence sen kimsin, seni buralarda hiç görmedim , yüzün neden bu kadar asık, bir derdin varsa söyle elimden geleni yaparım. Ayızıt bütün iyi niyetiyle genç adamdan cevabını bekliyormuş. Ama Ayızıt’ın duymadığı bir şekilde genç adam kendi içinde konuşuyormuş aslında. Oh be nihayet şu Mardin’in çocuğumu dur nedir her ne bela herifse sonunda buldum onu. Hahahahahaaa  demişlerdi de inanmamıştım gerçekten de saf ve temkinsiz biri. Üzgün birini görünce dayanamıyor demişlerdi de inanmamıştım. Şimdi görelim bakalım Mardin sen miydin beni abbaraya kapatıp korku dolu zamanlar yaşatan. Senin yüzünden hasret kaldım kendi şehrimde dilediğim gibi yaşamaya. Sen de Ayızıt’ın dan ayrıl da görelim dünyanın sonu yakın mıymış uzak mıymış. Kendi içinde sinsi bir hesap içinde olan genç adam birden kafasını kaldırıp Ayızıt’a bakıp canım çok sıkılıyor oyun oynayacak hiç arkadaşım yok hiç sevmiyorum Mardin’i deyince Ayızıt birden hayır annem çok eğlenceli ve neşeli demiş. Ayızıt birden yanlış bir şey söylediğini anlayıp bir adım geriye doğru atmış. Bu laf üzerine genç anlamış gerçekten Mardin’in oğluymuş deyip içinden konuşmuş. Genç hiç duymazlıktan gelip ne dedin anlamadım demiş. Ayızıt gerçekten duymadığını sanıp gence doğru yaklaşıp üzülme ben seninle oynarım demiş. Genç sinsice bir gülüş atıp oyun oynamaya başlamışlar, içinden zamanı gelince seni alıp götüreceğim annen de yaşayacak acı ne demekmiş o da anlayacak. Kin ve nefret dolu yüreğiyle Ayızıt’ı bir şekilde oyunları ile kandırıp kendini iyi bir insan olarak gösteriyor. Saatler, günler, aylar birbirini kovalarken birden bire genç ortaya bir fikir atar Ayızıt hep Mardin de oynuyor gel bu sefer başka bir şehirde oynayalım her yerde oyun oynamanın tadı farklıymış öyle derler demiş. Bu fikir Ayızıt’a çok cazip gelmiş ama içinde Mardin’e karşı sahiplik duygusunda ufak bir ekmek kırıntısı kadar da olsa duygu taneleri kalmış. Ayızıt gence anneme sormalıyım sonra konuşalım demiş. Bunun üzerine genç hayır Ayızıt söyleme gizli gizli gitmek daha heycanlı olur demiş. Ayızıt süt misali bir kere karışmış içine kömür parçaları yüreği her ne kadar yok dese de aklı fikri hep bu gençle beraber evet diyormuş. Ayızıt gencin fikrini kabul edip bir gece vakti annesi uyurken babasının ışığının değmediği yerlerden usulca uzaklaşıp koşar adımlar ile annesinden ,Mardin’den uzaklaşmaya başlamış. Koşarken bir an durmuş içinden bir şeylerden uzaklaşıyormuş gibi gelmiş ama genç duraksamasının uzun sürmesine izin vermeden kolundan tutup koşmaya devam etmişler. Yavaş yavaş tepelerin ardından güneş yükselmeye başlamış. Ayızıt sanki şimdiden pişman gibiymiş içinden ah şimdi şehrimden olsaydım annemle beraber neşeli neşeli uyanırdım , babam bize çok güzel bir gün bırakırdı demiş. Ayızıt’ın yüzünde ki pişmanlık kırıntısını gören genç bu duyguya son vermek için hemen oyun oynayalım bakalım burada oyun oynamak nasılmış demeye başlamış ve başlamışlar oyun oynamaya. Bu sırada güneşin doğuşuyla Ayızıt’ın dediği gibi annesi de uyanmaya başlamış. Annesi uyanır uyanmaz her sabah olduğu gibi bu sabah ta yavrusunu, Ayızıt’ı hafif bir rüzgarla öpüp uyandırmak için tüm küçelerinde onu aradı ama bulamadı. Tüm taşları ve taşlarının arasında ki topraklar ile beraber bağırarak Ayızıııııııııııııııııııııııııııııııııııııııtt demiş. Bu çığlığıyla gökyüzü titremiş. Bir an Ayızıt bu çığlığı duyar gibi ama kötü genç kulak asmasına izin vermemiş. Akşam çöktüğünde babası Ay Ayızıt’ı görememiş uyandırmış ve seslenmiş ‘ Ey geceleri gökyüzünde oluşumun nedeni uyan , uyan ve söyle nerede biricik oğlumuz Ayızıt’ım nerede Mardin’in tüm şehrin sokaklarında sel olmuşçasına ağlayarak cevap vermiş Gittiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii engel olamadım kötü arkadaşlıklar edinmesine demiş. Ay bunun üzerine gece onu kollayamadığı için suçu kendinde bulmuş ve gidip bir bulutun arkasına saklanarak ağlamaya başlamış. Ay’ın göz yazları buluttan süzülerek aşağı Mardin’in üstüne damlamaya başlamış. Tüm insanlar yağmur yağdığını sanıyormuş ama aslında bu Ayızıt için babasının döktüğü gözyaşlarıymış. Artık Mardin de yaşayan hiç kimse sebepsiz yere mutlu olamıyormuş hatta mutlu olan insanlara denk gelmek imkansız gibi olmuş. Bunlar ola durmuş bu şehir de öteki diyarda ise Ayızıt oyunlardan eskisi gibi keyif alamadığını fark etmeye başlamış. Genç amacına ulaştığı için artık Ayızıt’ı artık takmıyormuş. Ayızıt çok pişmanmış. Bir gece dışarı çıkarak babasına pişman olduğunu söylemeye karar vermiş. Ama gökyüzüne baktığında babasını hiçbir yerde görememiş. Aramış gitmiş, gitmiş, dağları tepeleri hep gerisinde bırakmış ama babası yokmuş. Yaptığının ne kadar kötü bir şey olduğunu yeni yeni anlamaya başlamış. Pişmanlığı yeryüzündeki her zerreciği kaplayacak kadar büyükmüş. Ama artık olan olmuştur ve Ayızıt’a babası küsmüş, eve gidecek yüzü yokmuş. Ayızıt Kötü gençten uzaklaşıp günlerce düşünmeye başlar sonunda aklına annesine verdiği söz gelir. ‘ kendimi ve bütün iyileri kötülerden koruyacağım’ bu sözünü hatırlayınca yüzünü aylar sonra hafif bir gülümseme kaplar. o kadar uzun süredir gülmemiş ki minik gülüşü yaparken çene kasları zorlanmış. Ayızıt birden ok gibi yerinden fırlayıp ayağa kalkıp gün Af dileme günüdür deyip elinden geldiğince iyi olmak ve insanları kötülerden koruyacağına dair söz vermiş. Ayızıt eskisi gibi darda olan insanların yardımına yetişip kötü insanları iyilerden uzaklaştırmaya başlamış. Bir gün bir tepede annesini ve hafif gören bir yerde otururken birden hava kaldırmış kafasını ve gökyüzünde babasını görmüş. Dünyalar Ayızıt’ın olmuş sevinçten öyle bir kahkaha atmış ki tüm dünya bir an neşeyle kaplanmış. Hızla eve doğru koşmaya başlamış. Duvarlardan dağlardan ovalardan geçip annesine ulaşmış. Annesinin eteğine gelince seslenmeye başlamış. Anne , oğlun geldi, Anne Ayızıt’ın geldi bana içine girmem için izin ver anne seni çok özledim. Demeye başlamış. Mardin heycandan taşları birbirinin üstünden kaymış ‘canım oğluuuuuuuuuuumm’ diye cevap vermiş. Çok üzgünüm anne pişmanım, beni affet demiş Ayızıt annesi Affettim oğlum bunca zamandır ara ara sana öğrettiğim şeyi yaşayarak öğrenmek gerekiyormuş. Bir daha büyüklerin sözünden çıkıp kötülerle arkadaşlık etme demiş. Ayazıt tamam anneeeeeecim deyip annesinin küçelerinde , annesinin derinliklerine doğru ilerleyip  hasret gidermeye ve eskisi gibi bir aile olmaya devam etmişler.

Uçurtma

Bir hep  varmış, hiç artık yokmuş. Birler birleri, sıfırlar sıfırları kovalarmış. Yıldızlar söner söner yanarken, güneşler doğup doğup batarken. Ülkelerin birinde Mardin isimli bir kent varmış. Bu kentin çoğunu çocuklar oluştururmuş. Bu çocuklardan biri de Zehra imiş. Zehra kendi halinde sessiz sedasız, soluk tenli cılız mı cılız bir çocukmuş.  Zehra'nın en büyük mutluluk kaynağı rengarenk olan uçurtmasıymış. Zehra uçurtmasını o kadar benimsemiş ki onsuz olamayacağına inanmaya başlamış. Günün büyük bir kısmını damlarında uçurtma uçurarak geçirirmiş. Hatta o kadar çok uçurtma uçurmaya dalıyormuş ki zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor, acıktığını hissetmiyormuş .Taa ki annesi onu çağırana kadar. Yine bir gün Zehra damda uçurtma uçururken annesinin sesi ile irkilmiş. Uyanıp gözlerini ovuşturduğunda bunun bir rüya olduğunu anlamış. Hiç uyanmak istemediği tatlı bir rüya. Annesi devam etmiş konuşmaya. Kızım demiş. Benim  güzel yüzlü kızım. Hadi kalk, kahvaltı hazır. Seni bekliyoruz. Zehra isteksiz bir şekilde kalkıp odasına bakınmış. O kadar eski bir evde kalıyorlarmış ki duvarlardaki sıvalar isyan edip onca yıldır bir parçası olduğu duvarlara ihanenet edercesine yerlerinden  ayrılıyorlarmış. Tavanlar da bu duruma kayıtsız kalmamış tabi ki. Başlamış onlar da yağmaya. Rutubet değil, taş kireci atıyor. Zelal bu düşüncelerden arasından sıyrılıp elini yüzünü yıkamış.Silindir şeklinde tatta ayakları olan yer sofrasında yok yokmuş. O kadar yok yokmuş ki ne yiyeceğini şaşırmış Zehra. Kahvaltı sonrasında yine damda uçurtma uçururken en sevdiği arkadaşlarından Zenan gelmiş yanına. Haber vermiş ona Mardindeki uçurtma şenliğini. O an Zehra uçurtma şenliğinin hayalini düşlemeye başlamış. Uçurtma yarışmasında başka çocukların uçurtmalarını kesecek ve o uçurtmalar da onun olacaktı. Tabi daha büyük hedefleri vardı Zehra'nın. O kadar çok uçurtma uçuruyordu ki, uçurtma uçurmanın tüm inceliklerini biliyordu. Gökelrin hakimi olmak istiyordu. En yüksekteki uçurtma ve sonunda verilecek olan şimdiye kadar görmediği üzerinde sadece kaşları ve gözleri olan şimdiye kadar kimsenin görmediği türden iki üçgene ayrılarak devam eden uçurtma onun olmalıydı. Herkes ona imrenerek bakmalı. Uçurtmasını uçurabilmek için sıraya dizilmeliydiler. Zehra bu düşlerin hayalini kurarken Zenan anlatmaya devam ediyordu. Dahası da vardı. Uçurtma şenliği yedi gün sonraydı. Ve buna pek çok çocuk katılacaktı. Zehrayı bu düşünce o kadar heyecanlarmıştı ki hemen yeni ipler alıp kendi ipinin ucuna eklemeye başladı. Tabi göklerin hakimi olmak için uzun bir ipe sahip olmak gerekiyordu. Uzayan ipi ile birlikte Zehra uçurtması ile denemeler yapmaya başladı. Hazırlıklı olmalıydı. Rakipleri de en az onun kadar iyi uçurtma uçurabiliyordu. Ama Zehra'nın bir avantajı vardı. Uçurtmayı diğer çocuklardan daha kısa sürede uçurmayı başarıyordu. Çabuk havalandırması yetmiyor tabi. Gökyüzünde çok fazla uçurtma olacağından ipler birbirine dolanacaktı. Bunun için de ayrı bir çözüm bulması gerekiyordu. Bunun için diğer çocuklardan biraz uzakta uçurması gerekiyordu.  Beyaz uçurtmayı düşünce seviçten deli oluyordu. Günler birbirini kovalarken festival günü geldi çattı. Hava o gün çok güzelde hafiften esen rüzgar uçurtmanın göklere yükselmesi için idealdi.  Zehra heyecandan yerinde duramıyordu. Beyaz ucurtmaya şimdiden isim bile vermişti. Nazlı. Göklerde kendine has edasıyla salınacaktı. Ve beklenen an geldi. Çocuklar üç dört kişilik gruplar halinde damlarda, sokaklarda, meydanlarda uçurtmaları ile birlikte hazır bekliyorlardı. Bir süre sonra uçurtmalar göklerdeydi. Kimisi uçurtmasını hiç uçuramazken, kimisi de uçurtmanın dengesini ayarlayamadığı için uçurtma gökyüzünde taklalar atıyor sonrasında ise daha fazla dayanamayıp yere çakılıyordu. Gökyüzü bir anda rengarek uçurtmalarla dolmuştu. Herkes gökyüzüne hayran bir şekilde bakıyordu. Bizim Zehra ise arkadaşı Zehra ve birkaç çocukla beraber tavandaki kireci akan bir tonozun altından geçip uçurtma hazırlıkarı yapıyorlardı. Zehra o an çevresine bakındığında pek çok taş ve insan yığını gördü. Sonra hemen bu insan yığınından sıyrılıp uçurtmasını uçurmak için koşmaya başladı. Bırakmıştı geride kalanları. Uçsuz bucaksız sokakta koşmaya başlamıştı. Zehra uçurtma nereye yüönelirse peşinden gidiyordu. Uçurtma ile daha önce hiç gitmediği dokaklara gitmişti. Sokaklar nerede çıkıyor nerede bitiyor bi türlü anlayamıyordu. Girdiği bazı sokaklardan geri sönmek zorunda kalıyordu. Bu kent çok fazla çıkmaz sokağa sahipti. Uçurtma artık hızlı bir şekilde yukarıdaki uçurtmaların arasında yerini aldı. Ama daha da yükselmeliydi Nazlısına sahip olabilmek için. Rahat bir şekilde uçurabilmek daha da yükselebilmek için daha geniş bir sokak bir meydan arayışına girdi Zehra. Fazla ilerlemeden çocuk seslerine doğru yöneldi. Orada uçurtmasını daha da yükseklere uçurabilirdi. Çocukların sesine doğru gittiğinde büyük bir meydana varmıştı. Burada çurtmasını daha da yükseklere uçurdu. Artık herkes Zehra'nın gökleri delen uçurtmasına bakıp birbirlerine parmaklar gösteriyorlardı. Kazanan belli olmuştu artık. Zehra. Yarışma sonunda uçurtmasını indirdiğinde herkes onun etrafında toplanmış onu tebrik ediyordu. O ise Nazlıya bir an önce kavuşma niyetindeydi. Sonunda Nazlısını getirdiler ona. NAzlısını artık dünyalara değişmezdi. Ama ona Nazlısını getiren rengarenk uçuetmasını da unutmayavaktı. 

ANUŞ(SABAH RÜZGARI)

Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde kimsenin evinin kimsenin güneşini kapatmadığı bir şehrin kalesinde bir kral ve kızı Anuş yaşardı. Kralın kızı bir gece bebeğinin beşiğini tıngır mıngır sallar iken geçmişe gitti gözleri. Sarayda telaşlı bir gün, hizmetçiler koşturuyor, yemekler yapılıyor, avlu hazırlanıyor. Anuş da bu kalabalığın arasında neler olup bittiğini anlamadan meraklı gözlerle babasının odasına koşmuş. Üç kere kapıyı tıklatmış. Hizmetçiler kapıyı açıp onu içeri almışlar. Olan bitenin sebebini sormuş babasına. Kral kızına onu bugün şehrin ileri gelen ailelerinden birinin oğlu olan Aramla nişanlayacağını söylemiş. Herkesin hayranlıkla baktığı, takdire şayan bir genç olan Aram’ın iyi bir insan olduğunu anlatmış. Anuş her şeyden bihaber olduğu yerde donup kalmış. Gözünün önüne çok sevdiği Arinle geçirdiği zamanlar gelmiş. Sokakların nerede çıkıp nerede bittiğini bilmeden, zamanın nasıl geçtiğini anlamadan gezerlermiş. Mezopotamya’yı seyre dalarlarmış birlikte. Kral geçmişe dalıp giden kızına seslenmiş tam o anda “Anuş, kızım nereye daldın, tüm şehir halkı davet edildi, herkes merakla bugünü bekliyor, git ve akşam için hazırlan şimdi” demiş. Gezindiği o güzel günlerden bu acı güne dönmek istememişti. Evlenmek istemiyordu onunla fakat babasına hiçbir şey söylemeden ağlayarak odasına koşmuş. Akşama doğru hizmetçiler gidip Anuş’u nişan için hazırlamışlar. Halk sarayın avlusunda toplanmaya başlamış yavaş yavaş. Çok güzel bir şekilde hazırlanan Anuş nişan için üzgün bir şekilde çıkarılmış halkın önüne. Herkes hayranlıkla bakmış ışıl ışıl parlayan bu güzele. Herkesle birlikte Aram da ilk defa Anuş’u görmüş. Görür görmez aşık olmuş bu güzele. Anuş ise merakla sevdiğini aramış kalabalığın arasında. Eğlenen insanların arasında çok üzgünmüş o da Anuş gibi. Anuş’a olan aşkından değil şan, şöhret, para bürümüş onun gözünü tüm bunları kaybedeceği için üzgün ve sinirliymiş. Anuş ise ona olan sevgisinden bu halde olduğunu sanıyormuş hep. Sofralar kurulmuş, yemekler yenmiş, herkes eğlenmiş geç vakit olana kadar. Nişan bittikten sonra odasına geri götürülmüş Anuş. Yatağına uzanmış hıçkıra hıçkıra ağlayarak uyuya kalmış. Kalbi sıkışmış, ruhu daralmış ve ayrılmış bedeninden bir süreliğine. Anuş aylarca uyanmamış bu acı uykudan. Kral çok korkmuş bütün dünyaya haber salmış, bütün hekimleri toplamış, hiç kimse kızını uyandıramamış. Tüm şehre hüzün çökmüş. Sessizliğe bürünmüş her yer. Şehrin dar olan sokakları daha da daralmış, sıkışmış sıkışmış. Çeşmelerden akan sular taşmış abbaralara dolmuş, boğulmuş şehir. Kararmış Mezopotamya, kararmış Mardin. Anuş uykudayken bedeninden ayrılan ruhu ilk önce sevdiği adam Arin’in yanına gitmiş. İzlemiş onu aylarca. Haberi olduğu halde Anuş’u hiç merak etmediğini görmüş. Sevgisinin sahte olduğunu sadece para, şan, şöhret için onunla olduğunu anlamış artık. Babasının evlendirmek istediği Aram’a gitmiş daha sonra. Aram’ın her gün gidip başucunda beklediğini görmüş. Onun için ne kadar üzüldüğünü o uykudayken acıdan Aram’ın uyuyamadığını görmüş. Asıl onun sevgisinin gerçek olduğunu anlamış böylece. Güz zamanı uyuyan Anuş ilkbaharın gelmesiyle nefes almış bir daha kapatmamak üzere açmış gözlerini. Kuşların cıvıltısıyla, baharda açan güllerin kokusuyla, mutlu çocukların sesiyle uyanmış. Aylarca yanında bekleyen Aram’ın aşkıyla uyanmış. Gözlerinin açar açmaz bu güzel bahar gününde gerçekten seven Aram’ı görmüş yanı başında. Kral sevinmiş çok şükretmiş. Hem kızının uyanmasının şerefine hem de Aramla evlenmesi şerefine 40 gün 40 gece düğünler yapmış. Birden beşikte ağlayan bebeğin sesiyle irkildi Anuş. Yüzünde mutlu bir tebessümle şimdiye döndü. Ve yine mutlu mesut gerçek sevgiyle yaşamaya devam ettiler.

HOCA-İ HIZIR EFENDİ

Çok eski zamanlarda Mérdin diye bir köy varmış. Kocaman ağaçların

olduğu, etrafından suların aktığı, kuşların hep öttüğü bir yermiş.

Hatta oradaki köylüler burada ilkbaharda nefes alan bir daha ölmez

dermiş. Çünkü ilkbaharda adeta cennet gibiymiş burası ve cennete

giden tekrar ölmez derlermiş. Daha sonra ise bu köyün olduğu ülkede

savaş çıkmış. Mérdinde ilk işgal edilen yerlerden olmuş. Askerler o

güzelim ağaçları yakmışlar, dereleri kurutmuşlar. Bir çok evi

yıkmışlar kalan evler ise harabe olmuş. Bir sürü insan savaştan ,

açlıktan ve hastalıktan ölmüş. Yıllar sonra savaş bitmiş.

Köylüler Allaha çok yalvarmış, yardım istemiş. Halkın

imdadına Hocai Hızır Efendi yetişmiş. Bu zat 5 metre boyunda,

bembeyaz yüzlü, sürekli beyaz giyinen, masmavi gözlü oldukça

heybetli bir zatmış. Kocaman ayakları, upuzun bacakları ve

kolları varmış. Uzaktan bakınca camii minaresini andırıyormuş.

Bu heybetli zat halka yardım için gönderilmişti. Hocai Hızır

Efendi halka ilk önce su getirmiş. Hocai Hızır Efendinin 40

tane yardımcı cini varmış. Bu cinler ilk önce su kuyuları

kazıp mahallenin içine kadar suyu getirmişler. Bu sular o

kadar güzel o kadar serinmiş ki içen insan bir an cennete

zemzem suyu içtiğini sanırmış. Hocai Hızır Efendi daha sonra

insanlara yiyecek ekinler yetiştirmiş. Buğdaylar ekmiş. Onun

ektiği buğdaylar 3 günde yetişirmiş. Sapsarı uzun

buğdaylarmış. Tüm Mérdini sapsarı bir renge boyamış bu

buğdaylar. Merdinin güneşinde altın gibi parlıyormuş bu

buğdaylar. İnsanlar buğdayları haşlayıp yemeye başlamışlar.

Yedikce canlanmışlar. Daha sonra ise insanların barınması için

ev yapmış. Sapsarı eğri büğrü taşları yontmuşlar. Aralarına

siyah harç sürüp üst üste koymuşlar taşları. Hocai Hızır

Efendinin yaptığı evler o kadar muazzammış ki insan onun

yaptığı evden çıkmak istemiyormuş. Evleri öyle güzel

yerleştirmiş ki kimsenin evi kimsenin güneşini kapatmazmış.

Her evin yanında kesme taştan yapılmış bir çeşme varmış.

Çeşmenin yanında ise merdivenler varmış. Kadınlar su sırası

beklerken bu merdivenlerde oturup Hocai Hızır Efendiye dua

edermiş. Hocai Hızır Efendi köyde ne kadar kötü niyetli

uğursuz varsa toplayıp nasihat verirmiş. Onları hizmete

çağırırmış. Onu dinlemeyip huzuru kaçıranları da cinleri hapse

atarmış. Onun hapishanesi devasa yükseklikteymiş. kimsenin

atlayamayacağı kadar yüksek duvarlarla çevriliymiş. Büyük

pencereleri varmış ama hiç bir mahkum kaçamazmış. Onların

kaçacağı sırada kapı duvar olurmuş. o devasa pencereler de

duvar olurmuş. Onun sayesinde o kadar huzurlu bir köy olmuş ki

Merdin insan kendini cennette sanıyormuş.

Mehmet Emin YAVUZ

الجني الصغير من ماردين


كان يامكان في قديم الزمان وسالف العصر والآوان كانت هناك مدينة وجدت في أجمل بقاع الأرض حيث يخبئ الغروب الشمس وراء الجبال قبل أن تبدأ طقوس المساء في المدينة بشكل ساحر ..
ماردين المدينة العريقة الملقبة ببلاد مابين النهرين بنيت بشكل فني ساحر ،، حيث تجعل الناظر يخلط بين الشك واليقين هل قام ببناء هذه المدينة إنس أم جان ؟ حتى وإن كان الجواب في الواقع أن الانس من قام ببناء المدينة إلا أنه من اليقين أن للجن لمساته في هذه الأبنية .. فكيف للمنازل أن تبنى بعضها فوق بعض بدأً من قمة الجبل حتى أسفلهِ كثوب عروس تتربع على عرش الجمال وفي عنقها سلسلة من اللؤلؤ .. 
كل حجر في هذه المدينة يحمل سراً ولِكَون هذه الأسرار ثمينة وجدت أربعة أبواب لدخول المدينة تمنع الغرباء من دخولها لكنها لم تمنع الجن من دخول المدينة والعيش فيها .. حيث إتخذ الجن من هذه المدينة ملجأً لهم ..
من سحر هذه المدينة أن لكل خطوة توجد نغمة وكأن الأرض رُصفت بآلآت موسيقية بدلاً من الحجارة .. الأزقة هنا ليس لها نهاية كما أنها لا تملك بداية ! كل شيء ساحر وجذاب ، هنا تفترق الروح عن الجسد ، تتلاشى الحواس ويفقد الزائر لهذه المدينة نفسه ..
لا يدري عن ماذا يبحث .. ضائع تائه ،، هل جاء ليبحث عن قبر له ؟! أم جاء ليفقد نفسه بين زحام الآلحان الصادرة من حركة خطواته .. يشعر بالضياع ,الأزقة تملئها العبارات المظلمة .. ياللهول!! حتى العبارات لها أوتاراً تجذبه ُ إليها بالرغم من خوفه ومن ظلمتها ،، تجذبه وهي تخبره أن في نهايتها هناك ضوء .. ولكن كيف سيجد الضوء في النهاية التي لا وجود لها ؟ ..
لا يمكن أن تبنى مدينة كهذه من قبل البشر .. الآن أصبح يوقن بأن الجن هم من وضع أحجار المدينة حجراً حجراً ..
في القمة توجد قلعة .. هي للناظر قلعة لكنها في الواقع سلسلة من اللؤلؤ الخالص .. في أسفل القلعة يوجد عدد من الآبار التي من جوفها تتوزع المياه لكل حي من أحياء المدينة عبر نافورات صغيرة حيث يوجد واحد وثمانون نافورة منتشرة في المدينة .. ياللروعة !! عمل متقن بطريقة عجيبة .. لا عجب أن يُنظر لهذه النافورات بطريقة غريبة حيث لا يوجد في أي بقعة من بقاع الأرض نافورات من عمل الجن إلا هنا في أزقة السحر والجمال في شوارع مدينة الإنس والجان ماردين ..
للجن هنا صفات متناقضة حيث يعملون على تقديم المساعدة للبشر وفي الوقت ذاته ينفرون البشر منهم ويقومون بتخويفهم .. في يوم من الأيام تفاجئ أحد صغار الجن من مساعدة أهله للجنس البشر .. فأتخذ قرار الخروج للإستكشاف والبحث في عالم البشر ،،
أثناء عملية إستكشافه شاهد مجموعة من الناس يتبادلون الحديث جوار أحد النافورات .. توقف لبرهة يبحث عن طريقة تساعده للتعمق أكثر في العالم الأخر وفي تلك اللحظة أثناء تفكيرهِ, أحد الأشخاص المتواجدين أمامه نهض فجأةً وأسرع راكضاً نحو أحد العبارات المظلمة .. تتبعه الجني الصغير وقد نهشه الفضول حول سبب إرتباك الرجل وركضهِ بهذه السرعة .
دلف الرجل الى اأحد المنازل وخلفه الجني الصغير .. كان هنالك طفل مستلقي على الأرض وصوت بكائه يتردد في أرجاء المنزل بشكل مزعج ،، وبالرغم من محاولة الرجل وزوجته على تهدئته إلا أنه إستمر بالبكاء ،، قرر الجني الصغير مد يد العون لإسكات الطفل وتهدئته فتلبس بأحد القطط المتجولة في فناء المنزل وذهب للترفيه على الطفل الباكي وإيقاف بكائه المحزن ،، توقف الطفل عن البكاء وبدأت الإبتسامة تتخلل تعابير وجهه .. هنا إغتنم الأب الفرصة وقام بحمل الطفل الى أسرهِ ،، كرسي ذو عجلات متحركة تساعد الطفل على الحركة من ركن الى آخر .. طفل يبلغ من العمر ما يقارب الثالة عشر عاماً يعاني من إعاقة في تحريك أقدامه ،، تأثر الجني الصغير عند رؤيته لهذا المنظر فقرر أن يصبح صديقاً لهذا الطفل وأن يأتي لزيارته غداً وبين الحين والآخر ..
عاد الجني الصغير الى عالمه .. مرت الثواني والدقائق والساعات ولم يفارق الطفل خيال الجني .. أشرقت صباح اليوم التالي بذات المنظر الآسر لشروقها اليومي ،، أسرع الجني الصغير لزيارة صديق الأمس ولكن عند وصوله لذلك المنزل فوجئ بعدم وجود الطفل ،، قام بالبحث عنه في غرف المنزل لكنه لم يجده ،، واصل البحث حتى وجده على سطح المنزل يجلس وحيداً لكنه يبدو سعيداً .. إقترب منه فإذا بالطفل يحدث نفسه قائلاً " ما أجمل الشعور بنسمات الربيع تداعبني ،، للربيع اليوم شكل مختلف ،، ألوانه تيارات هوائه التي تهب في الأرجاء وكذلك رحيق الأزهار المنتشر ،، أزهار الربيع .. "
تعجب الجني الصغير من حال الطفل فبالرغم من أنه لا يستطيع الحركة من تلقاء نفسه ولا يزال أسيراً لهذا الكرسي .. لكنه سعيد !!
كان الطفل يتأمل أطفال حيهِ أثناء تطيرهم للطائرات الورقية ذات الألوان الزاهية والأشكال المختلفة ،، وعلى الرغم من عدم مقدرته على القيام بما يفعلونه إلا أنه كأن سعيداً بقَدرهم ..
لم يستطع الجني الصغير تحمل منظر الطفل العجيب .. إتجه نحو الطفل سائلاً إياه " كيف لك أن تكون سعيداً ؟! "
أجابه الطفل بثبات " أنا هنا في هذا المكان وهذه اللحظة .. وحيداً لا يحوطني شيء ،، لا أبنيةً ولا بشراً ،، أستطيع الشعور بحركة الرياح وهي تتداعبني ووتتخلل بين خصلات شعري ،، هكذا ومع مرور الوقت أستطعت أن أكون تواصلاً بيني وبين الريح ،، بمعنى أدق أصبح الريح صديقاً لي ،، قد لا أستطيع المشي والحركة لكني أستطيع الشعور والإحساس بكل شيء جميل من حولي, رؤية هذه الأراضي الزراعية التي لا نهاية لها أمامي تجلب لي السعادة رغماً عني .. " 
ومنذ ذلك اليوم وبعد هذه المحادثة القصيرة أصبح الجني الصغير صديقاً للطفل وللرياح ..

10 Mayıs 2016 Salı

GİZEMLERİN BAŞKENTİ





Bir varmış, bir yokmuş.Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde...Pire berber iken,deve tellal iken,ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken.Tıngır elek, tıngır felek demişler,bu masalı şöyle anlatmışlar..Yeri bilinmeyen bir şehir varmış.Bir orda, bir buradaymış.Yerini, adetlerini, gelenek göreneklerini,insanlarını sadece orda yaşayanlar bilirmiş.

Bu şehre dışarıdan kimseler giremiyormuş..Yeri belli olmayan bi yere nasıl girilebilirdi ki ?Buraya girebilen insanları ,canlıları, cansızları.. bugüne kadar ne gören olmuş, ne de duyan…Çok görkemli bir şehirmiş.insanlar burayı o kadar çok merak ediyormuş ki , bi daha evine dönmeme pahasına da olsa gitmek ve orda yaşamak istiyorlarmış.Hanları , hamamları, sarayları, camiler,kiliseleri,çarşıları,birbirinden güzel evleri varmış.Öyle bir titizlikle inşa edilmiş ki hiçbir ev diğer evin güneşini kapatmıyormuş.Bu evler yazları serin, kışları sıcak tutuyormuş.Bu şehir bir dağın yamacına kurulmuş.Evlerin sırtı dağa yaslanmış ve önü sonsuza uzanan, deniz misali bir ovaya bakıyormuş.Evler hep üst üsteymiş ve bu evlerin altını hilal gibi yaran sokaklar geçiyormuş.Her yer taşla örülmüş bu şehirde ; fakat bişeyleri belli ki unutmuştular.Yeşili , ağacı ,gölgeyi..Nasıl unutulabilirdi ki? Buranın halkı hemen çözüm bulmaya çalışmışlar.Fakat çözüm bulmakta oldukça zorlanmışlar.Yıllarca bir tek ağaç bile olmadan yaşamışlar.Buranın toprağı bildiğimiz kırmızı toprak değildi.Kireç taşı gibiydi ama değildi..Ağaçlar yetişmiyordu bu topraklarda.Şehri inşa ettikten yarım asır sonra ağaçlar , bitkiler adeta biz neden yokuz burada dercesine taş duvarlardan, yerlerden,evlerin damından yeşermeye başlamış..şehir yeşile kavuşmuştu adeta , güzelliğine güzellik katmıştı yeni baştan.Taş duvarların arasından bitkiler tel tel çıkmıştı.sarkıyordu her yerden.

Eee size bu şehrin ismini söylemedim.İsmi de kendisi kadar güzelmiş Mardin deniyormuş bu şehre…Dedim ya yeri belli değilmiş bu Mardin’in.Önceden ovaya bakmıyormuş bu şehir.dağın yamacında değildi.Mezopotamya ovasında imiş Mardin.Daha sonradan Mezopotamya ovasına bakan bir dağın yamacına taşınmış.Tüm bu şehir nasıl taşınır ,kim taşıyor mu dediniz ? 

Hocai Hızır denen bir adam varmış burada bilirmisiniz.. Hocai Hızır melekti.Allah’ın meleğiydi..O zamanda Mardini yapıyordu ,taşıyordu, uğraşıyordu. Allah göndermişti..Bi baktın yaşlı bir adam çıktı..Biri ordakilere zarar verdiğinde , dara düştüklerinde , sıkıntıya girdiklerinde Hocai Hızır yetişirdi onlara.Hoca ve melekleri, gecenin bir vakti herkes yatağında mışıl mışıl uyurken şehri taşırmış.Sabah bi baktıklarında karşılarında sonu olmayan bir yer..Bi kaç günlük sevinç ve şaşkınlığın ardından insanlar tekrar işlerine koyuluyormuş.Hoca Mardin’i dağ yamacına taşıdıktan sonra insanlara su getirmek için kalede kuyular kazmış.Bu kuyularda toplanan suları yerin altından kanallar açarak şehir içindeki çeşmelerle buluşturmuş.Kale demişken , hiçbir şehir kalesiz olamazdı.Bu kale şehri koruyordu, dışarıdan birilerinin içeri girmesini engelliyordu.Bu kaleye kimse çıkamıyormuş.Hoca Hızır ve askerleri , melekleri sadece çıkabiliyormuş onlarında tabi kanatları var…Ve burayı da hocanın askerleri koruyormuş.Zaten hocai Hızır buralardan gittikten sonra şehir asırlardır yerinde bekliyor.Her şey bozulmuş düzeni bozulmuş.Artık herkes istediği zaman gidip gelebiliyor buralara.

Hocai Hızır zamanındayken her yerde olduğu gibi buranın da çeşitli adetleri gelenek görenekleri varmış.Çoğusu hala da sürmekte.Bazen gelenek göreneği geçelim de çeşitli enteresan olaylarda olabiliyordu.Örneğin gece yarısı abbaraların kapanması gibi..Gecenin bi vakti abbaranın içinden geçen insanların üzerine abbara kilitlenebiliyormuş.İnsanlar sabaha kadar içinde kalmak zorunda kalıyormuş.Gel de keçileri kaçırmasınlar…Bir gelenekleri de şöyleymiş: Arpacık çıkınca tuvalette süpürgeyle dans ediliyormuş..Bu insanlara deli diyebilirsiniz fakat gerçekten de geçiyormuş…Burdaki insanları ne akrep ne de yılan ısırmaya cesaret edebiliyormuş.Çünkü büyüsü var bunun.Zinciriye medresesinin iki büyük kubbesinin bir tanesinden ulu camiinin minaresine uzanan bir zincir varmış.Bu zincir Yılanların ve akreplerin zehrini topluyormuş.Bu zincirler bir yılanın zehrini öyle bir almış ki ,derisinin yarısını bile çekmiş..Yılan kaleye çıkmış gizlice ve acısından kendisini kuyuya atmış.Acısı günden güne azalıyordu ve küçük küçük ayakları çıkmaya başlıyordu.Koca kuyunun derinliklerinde gün geçtikçe büyüyordu ve balık gibi pulları da çıkmaya başlıyordu suyun içinde.Acısı iyice dindikten sonra kuyudan çıkıp kalede saklanmıştı aylarca.Tüm olan biteni yukardan seyredip anlam vermeye çalışıyordu.Ovayı seyrettikçe gözleri irileşiyordu.Gözleri irileştikçe saçları da çıkmaya başlıyordu.Sapsarı saçları vardı.Artık bu yılan gözleri ve saçları belirmeye başlıyorken kaşları , burnu , ağzı ve çenesi de yavaş yavaş belirmeye başlıyordu.Yarısı korkulası bir yılan ve yarısı da muazaam güzellikte bir kız oluvermişti.Bu yılanı sadece birkaç insan tek görebilmişti ve o günden sonra delik delik, kıytı köşe neresi varsa arıyordular.Ona “şahmeran” ismini vermiştiler; yılanların şahı… hocai hızırdan sonra artık kalenin ve Mardin in yeni sahibi şahmerandı…



O günden itibaren şahmeran ve Mardin halkı Hocai Hızırsız yaşamaya devam etmiş…

DÜŞÜŞ

Zamanların bilinmeziydi, zamanların bilineniydi, hem akıl çağıydı, hem acemilik, hem de korku. Yarınların umudu, bugünün umutsuzluğu çevrelemişti yine dört bir yanı. Sürekli devinen bir evren. Engebelerle dolu yaşam, zorlaştırıyordu her insanın hayatını. Böyle bir engebeli hayatı Mardin gibi engebeli bir şehirde yaşamak dengeleri zorluyordu.

Henüz 15 yaşındaydı Hatice. Dedesi, amcası ve kendileri ayrı evlerde ama iç içe yaşarlardı. Üç ayrı, üst üste kurulmuş eski beton evler. En alt katta henüz yeni evlenmiş yengesi ve amcası, orta katta sanki elli yıllık karı koca değil de, elli yıllık düşmanlar gibi yaşayan babaanne ve dede ve üst katta kokusuyla,renkleriyle,serinliğiyle kendisine ait olduğunu hissettiren Mezopotamya manzaralı güzel evi. Hatice, annesi ve babasının evi. Merdivenleri çıkıp girince eve, karşında sanki kendisini aşmanı istercesine bakan basamaklar bulunmaktaydı. Bu basamakların hayatını değiştireceğini bilemezdi Hatice.
Aile olmak her şeydi, Hatice için. Birlikte kahvaltı yapmak, yemek yemek, bir şeyler seyretmek.. Dedesi ve amcasının evleri arasında mekik dokurdu. Ailesi ile mutlu olmayı bilen bir çocuktu. Hele annesi sırdaşı, dostu, arkadaşı, kardeşi herşeyi idi onun. Ortak birçok şeyi paylaşırdı annesi ile. Aynı renkleri sever , aynı yemeklerden hoşlanmaz , aynı hayvanlardan korkar , olaylara aynı tebessüm ve aynı heyecan ile yaklaşırlardı.
 5 Ağustos cumartesi akşamı erkenden uyumuştu Hatice. Babası her cumartesi akşamı olduğu gibi geç gelmişti eve. Geldiğinde eşi hala uyanıktı çünkü eski evlerde bir sorun haline gelmiş olan su problemi ile uğraşıyordu. Üç evin deposu da ortaktı ve o akşam mahalleye su verilmişti. Deponun taşmaması için sürekli kontrol edilmesi gerekiyordu, tam anlamıyla dolduğuna emin olabilmek için. Haticelerin evinin damında bulunan 3 metre derinliğine sahip depoyu annesi o akşam yarım saatte bir kontrole çıkıyordu. Eşi geldiğinde son bir defa daha çıkması gerekiyordu kontrole. Eşi, dama çıkmayı sağlayan merdivenlerin karşısında bulunan mutfakta bir şeyler atıştırırken hayran hayran baktı ona.
Çıktı beton merdivenleri anne. Demir kapının kilidini açtı ve depoya çıkmasını sağlayacak tahta merdivene "Bismillah" çekip attı adımını. Çıkarken merdivenleri farklı sesler geldi kulağına. Korkulu rüyası olan fare olabilir mi diye düşündüğü sırada depo taşmaya başlamıştı. Aşağı inip deponun fişini çekmesi gerekiyordu. Tahta merdivenin en üst basamağındayken elleri, elleri üzerinden , Mardin'in cardon fare dedikleri, kocaman kapkara büyük bir fare geçti. Elleri üzerinde hisseder hissetmez bir anlık refleksle  ellerini geriye doğru çekmesiyle, 3 metrelik yükseklikten yere düşmesi bir oldu annenin.
Bir yerlerde birşey patlamış ya da yıldırım düşmüştü bir evin çatısına sanki. Yere düşme sesi sarmıştı tüm mahalleyi. İnsanlar balkonlara koşuşturuyordu. Baba duyduğu sesle kendisini yukarı attı. Gördüğü manzarayı hiç bir kalp kaldıramazdı. "Hayıııır!" diye bağırıp karısının yanına koştu. Komşular evi anında doldurmuşlardı. Zaman kaybetmeden hastaneye yetiştirilmesi gerekiyordu ama çok geçti çünkü anne artık nefes almıyordu.
Tüm bu olaylar olurken Hatice derin uykusundan uyanmamıştı ve bu durumda kimse Hatice'nin varlığının bile farkında değildi. Sabah uyandığında evde onu almaya gelen dayısı vardı sadece. Annesinin bir kaza geçirdiği hastanede olduğunu ve oraya gitmeleri gerektiğini söyledi sadece. O an yalnız bir kuş gibisindir, nereye gideceğini, ne yapacağını bilemiyorsundur.
Öğrendiği haber Hatice'yi yıkmaya umudunu, mutluluğunu bitirmeye yetti. Her şeyi olan annesi artık yoktu. O an kendinden geçti Hatice, bir alemdeydi sanki karşısında uzun kaygan geçitler vardı. Bu geçitler ya bir kuyudur, ya çukurdur ya da bahçedir. Annesini bahçenin sonunda gördü. Annesi ona; " Bu geçitler sen ne getirirsen o dur. Taş getirirsen dört duvardır. Ağaç getirirsen bahçedir. Ben buraya ağaç getirdim. Senin buraya getireceğin ışıktır." dediğini duydu. Kendine geldiğinde kalktı ve secde etti.

BİR GARİP EMANETTİ BANA

Yaklaşık  30 yıl önceydi. Çok korktuğum bir rüya görmüştüm.  Rüyamda uzun boylu , uzun sakallı , yaşlı bir adam gördüm.  Uzun bembeyaz kıvırcık saçları vardı. Saçlarından dolayı yüzü çok net görünmüyordu. Daha önce hiç görmediğim bir garip kişiydi. Uzun uzun inceledim adamı. Zayıf bir yüzü olduğu belliydi. Saçlarının arasından gördüğüm kadarıyla yanakları içe çökmüş, elmacık kemikleri çıkmıştı. Eski, kullanılmaktan basamağı içe çökmüş olan bir merdivende oturmuştu. Kırışık ama temiz elleri  vardı. Eliyle yanında duran kahverengi oldukça işlemeli bir topuzu olan, başında Arapça yazıların olduğu bastonu kavradı. Usulca  incecik bacaklarının üstüne kalktı.  Zannımca uzun boyundan olacak  ki hafif bir kamburu vardı. Yavaş yavaş bana yaklaştı. Korkudan ne yapacağımı bilmiyordum.  Kaçmak istedim  ama kaçamadım. Sanki görmediğim birileri  ayaklarımdan tutmuştu beni.  Kollarım kaskatı  kesilmişti. Göz bebeklerim büyümüş nefes alışım hızlanmıştı. kesik kesik ve hızlı nefes alıyordum. Ne kadar çabalasam da kaçamıyordum. Tam pes ettiğim anda bana yaklştı. 'Benden korkma , benden ancak iyilik gelir' dedi  ve devam etti. ' Senin evinin arkasında birr emanetim var  onu şer sahibi insanlardan koru, o benim sana emanetimdir'  dedi. O arkasını dönüp giderken ben uyandım. Durup bi nefes alıp etrafa baktım. Yer yatağındaydım. Tabi o zaman şimdiki gibi değildi evler.  Kimsenin evi kimsenin güneşini kapatmazdı. Benimde odama büsbütün güneş vurmuştu. Mardinin yaz güneşi dilimi damağımı kurutmuştu. Bir Besmele çekip kalktım. Mutfaktan bi su alıp içtim. Eskimiş gümüşten yuvarlak bi köstekli saatim vardı. Saate baktım 9 olmuştu. Dolaptan siyah pantolonumu ve çizgili beyaz gömleğimi alıp çıktım. Bizim bir eski komşumuz vardı. Ermiş bir adamdı. Onun evine gidiyordum. Onlar taşındıktan sonra hiç gitmemiştim evlerine ama mezarlığın civarına taşındıklarını duymuştum annemlerden. Şemseddin amcayı her yerde tanırlar. Bende sora sora ilerledim. Mezarlığın önüne geldim. Gördüğüm rüydandır herhelde içim ürperdi vallahi. Mezarlıkta uzun kaygan geçitler vardı. Tıpkı hayatımız gibi. Uzun görünen ama her an ayaklarımızn altından kayıp gidecek geçitleri. Geçitlerden yürürken 1 metre boyunda kaba yontu bir duvar gördüm. Duvarda hala aklımda kalan unutamadığım bir yazı gördüm. Bir yandan doğsnlar yer ayırır kendine bir yandan ölenler boşaltır kenti yazıyordu. Çok güzel değil mi? Neyse yoluma ddevam ettim. Kendimi uçsuz bucaksız bir merdivenin önünde buldum . Merdivenleri soluk soluğa çıktıktan sonra buldum evi. Mavi demir kapıdan girdim içeri. Şemsettin amcanın yanına oturdum anlattım rüyamı. O da sağolsun yorumladı rüyamı. Dedi ki oğlum sen Hocai Hızır efendi'yi görmüşsün. Senin ayaklarını tutanda onun cinleri dedi. şaşıp kaldım. Kim bu adam benden ne istiyo dedim. Dedi ki Hocai Hızır efendi pek yardım seven çok dua alan eskiden yaşamış bir zattır, buralarda su yokken ihtiyacı olanlara suu getirirdi. Onun suyu millete can verirdi dedi. Nasıl yani dedim. Anlatayım:  Diyelim ki bir mahalleye gidiyorlardı. Orda su yoksa Hocai Hızır Efendi  arkadaşlarını toplayıp oraya gider çeşme yapardı. Cinleri ordan başlayıp yerin altından devam ederek kaleden çıkardı. kalede o çeşme için yer yaparlardı dedi. 
-Peki benden  ne istiyor?
Sizin evin arkasında eski, bakımsız, taştan bir çeşme var. Musluğu pas içinde hep yeşil yosunlar tutmuş içi artık kimse ordan su içmez ordan o çeşmeyi de Hoca yaptırmıştı. Onu temizlemeni ister senden dedi .  Merakla çıktım evime doğru yürüdüm. Çeşmeyi buldum. Şemsettin amca haklıydı. Çeşme kullanılmaz durumdaydı.  Bende aldım elime poşeti  ne kadar çöp varsa temizledim yeni bir muslukta takıp eve döndüm. Artık içim rahattı emanetime bakmıştım :)
İLKCAN AKKUŞ


SSSSSS


Bir varmış bir yokmuş. Büyülü mü büyülü efsunlu bir Ardin şehri varmış. Bu Ardin şehri okadar büyülü imiş ki yılanlar dolunay çıktığında insan kılığına girerlermiş. 40 gün 40 gece insan olarak yaşarmış bu yılanlar. Bu süre zarfında kimi öldürülür, kimi hapse düşer, kimi aşık olup evlenirmiş. Bu yüzden bu yılanlar, yılanlar ama insanlar; insanlar ama yılanlar. Ve gün öyle bir gündü ki, dolunay hızla yerinde oynuyordu. Yılanlar kararsız kaldı. İnsan olsam mı, olmasam mı? Bu yılanlar arasında en uzun ve en yaşlı olan Tinar yaşına rağmen şimdiye kadar hiç insan olmamıştı. Aslında merak da ediyordu. İnsan olmak nasıl bir duygu? Ama buna rağmen insanlardan nefret edermiş. Çünkü çok sevdiği biricik sevgilisi Sama bir insan tarafından öldürülmüştü. Bu insanı hiç unutmamıştı. Masmavi gözleri vardı. Üstelik saçı da yoktu. Tinar bir insanın neden saçı olmaz diye düşünürdü. Belki de o kadar vicdansızdı ki saçları çıkmaya utanmıştı. Kafasında saçları kilitli kalmıştı. Saçları yoktu ama uzun mu uzun bir burnu vardı. Ve kolları güneş tam tepedeyken beraber birbirine dolanırdı. O adamı unutmamıştı hiç unutmayacaktı. Tinar o kadar uzun bir yılandı ki kuyruğu mezopotamyanın derinliklerinde iken, kafası Ardin'in kalesindeymiş. Belki de kininden dolayı bu kadar uzun olmuştu. Daha da uzayıp Samayı öldüreni kendi bedeniyle boğacaktı. Evet hala orada yaşıyordu. Aklın neredeyse sen de ordasın aslında. Ve o gün gelmişti. Dolunay çıkmıştı. Hadi bakalım insan olmak isteyen yılanlar bir adım öne. Hadi çıkın bakalım. 2 yılan çıktı ileriye. 3 kim olacaktı. Kimseden ses yok. ne oldu sonra? O Tinar mı öne çıkan?Evet o. Upuzun sapsarı bir merdivenin basamaklarından süzülüp öne çıktı. Peki insan olup ne yapacaktı? Aklında bir şey vardı. Evet, biricik sevgilisini öldüren adamı bulup katil olacaktı. 40 gün hapis yatardı, ne olacaktı. Evet, gerçekten de bunu yapacaktı. Artık zamanı gelmişti. "Haydi yılanlar, ey muhteşem yılanlar, insan olma zamanınız geldi. 40 gün 40 gece insan olma hakkını Tanrı bana ben de size veriyorum. Ve aydınlık üç yılanın üzerinde... O da ne 3 yılan oldu mu 3 insan? Peki hangisi Tinardı? Evet oydu. Kapkara gözlerinden belliydi. O upuzun Tinar gitmiş yerinekapkara gözlü, kıvırcık saçlı bir delikanlı gelmişti. Tinarın ilk gecesi insan olmaya alışmakla geçecekti. Sbah ilk iş biricik sevgilisini öldüren adamı bulup katil olmaktı. Geceyi yuvasında geçirecekti. Ama o da ne? Tinar boyuna da uzadığı için yuvasına giremiyordu. Oysa bizzat kendisi yapmıştı bu evi. 40 gün boyunca giremeyecek miydi? Hayır sığacaktı.Sığmak zorundaydı. İrili ufaklı taşları üst üste koyarak yapmıştı yuvasını. Üstelik bu taşlar rengrenkti. Ne yaptı ne etti kendini ezdi büzdü yuvasına girdi. Kendini tanıdı. O artık bir insandı. Sabaha kadar uyumadı. Ama o da ne? Neden bu sesi çıkarıyor? Sssss... Sonra anladı. Mevsim bahar olmalı. Hatta bahara doğan güneşi hissetmeli inssan iliklerine kadar. Ancak öyle bu ses çıkmazdı. Ve şu an mevsim kıştı. O sesi öyle ya da böyle idare edecekti. Hiçbir şey o mavi gözlü adamı öldürmeye engel değildi. Ve gün doğdu. Yıldızlar gitti. Gökyüzü masmavi. Güneş yakmıyor. Soğuk hava. Böyle bir havada katili aramaya gitti. Evine gitti önce. Çünkü Samayı kendi evinde öldürmüştü adam. Ve birini gördü orda. Masmavi gözleri, dümdüz saçları vardır. Merak etmişti kim bu kız? İzleyedurdu onu. Kırmızı bir elbise giymişti. Gülümsüyordu.       O gülünce Tinar da gülümsedi. Snki gökyüzü birden ısındı o kızın gülümsemesiyle. Tinar gitti kızın yanına "ben buraya yeni taşındım. Komşuyuz galiba" dedi. Kız da" Evet ben burada oturuyorum babamla. Ben Mera" dedi. "Ben de Tinar. Memnun oldum." Ama hayır Tinar ne yapıyordu? O adamı bulacaktı. Tam o adamı soracaktı ki Mera birden telaşlandı. "Hemen burdan git. Yoksa babam seni öldürür." Tinar gitti. Ama aklı Meradaydı. Katili unutmuş Merayı izliyordu uzaktan. Günlerce haftalarca izledi. Ve sonra fark etti. Tinar Meraya aşık olmuştu. Ama nasıl olur bu? 9 gün sonra Tinar yılan olacaktı. Yalnız gönül bu laf dinler mi? Mera ile konuşmaya karar veri. Mera yaşlı mı yaşlı bir ağacın altında dinleniyordu. Ağacın dalları o kadar çoktu ki neredeyse her yeri gölgelendirmişti. Sapsarı yaprakları vardı. Tinar geldi, Meraya seslendi. "Ey hayallerimin kadını, ben sana aşık oldum. Ne olur bu adamı hoş gör ve evet de bana."  Sonunu düşünmeden konuştu. Seviyordu. Mera çok şaşırdı ve evine doğru kaçtı. Tinarın son 3 günü Artık yılan olacaktı. Ama ne Mera ona dönmüş ne de o katili öldürmüştü. Ve bundan sonra katili bulup öldürmeye ant içti. Merayı bir kenara bıraktı. Zaten o evet dese de bir şey olmayacaktı. Tinar bir yılandı çünkü. Meranın evinin önünden geçerken bir de ne görsün evet oydu. Hiç unutmamıştı. O adamdı. Katil buydu. Üstelik bir dakika. Evet uzun burnu, ve saçları da yoktu. Tamam güneş tepeye varmak üzereydi. Bekleyecekti. Eğer kolları birbirine dolanırsa artık emin olacaktı. Ve güneş tepede. Adamın kolları birbirine girdi. Artık emindi. Tam onu öldürecekken, katile bir kız seslendi. "Baba nerede kaldın?" Olamaz bu kız Meraydı. Yoksa Mera o katilin kızı  mıydı. Hızlıca evine döndü. Bütün gece ne yapacağını düşündü. Sabah kararını vermişti. O adamı ne olursa lsun öldürecekti. Aşk mı intikam mı? Tabi ki intikam. Sabah ilk iş o adamı öldürecekti. Sabah oldu ve birden demir kapısı çaldı. Gelen Meraydı. Mera ne yaptı öyle. Aşkını ilan etti. Ama olamaz. Ne diyecekti Tinar. Bir an duygularına yenik düşüp kocaman sarıldı Meraya. O gün beraber Mezopotamyayı seyredip oturdular. Akşam olmuştu. Eve dönme zamanı. O  da ne sesti. Ssssss. Mera korktu "Yılan mı o? Çok korkarım yılandan." "Yılanlar insanlar kadar tehlikeli değildir" dedi Tinar usulca. Ve eve döndüler. Ogün. günü. O gece. gecesiydi. Meranın evine gitti. Karar vermişti. Katili öldürecekti. Eline bahçedeki baltayı alıp Meranın kapısını çaldı. Meraydı kapıyı açan. Babanı çağırı mısın dedi. Katil gelmişti işte. Mera olanları izliyordu. Son kez masmavi gözlerine baktı katilin Tinar. Ve baltayı kafasına indirdi. Mera bağırdı. Çığlıklarla ağlamaya başladı. Ve sonra Tinar baltayı kendi bedenine de geirdi. Tinar da ölmüştü. Katil de. Tinar yine aşk mı intikam mı demişti. Ve intikamı seçmişti son kez. Birden Tinar ölü bir yılana dönüştü. Mera bir şok daha geçirdi. Çığlık attı. Ağladı. Artık iş işten geçmişti. Babası ölürken sevdiği adam da yılana dönüşmüştü. İşte bu günden sonra tüm yılanlar kindar olmuş Tinar gibi. Kendilerine zararı dokunan kimseyi unutmaz olmuşlar. Ve Ardine o günden sonra yılanlar musallat olmuş. Şehir Ardinken Mardin olmuş . Yılan sözcüğü eklenmiş şehrin adına. Yılanlara büyüler yapılmış. Ama hala yılanlar aramızda. günlük insanar ama yılanlar. Merayane olmuş peki. Birden Şahmerana dönüşüvermiş. Ve hayatına hem sevdiğinden bir parça hem de biricik babasından bir parça olarak devam etmiş.



Sevgi DAĞ

7 Mayıs 2016 Cumartesi

BİR İNANÇTI BU KUTSAL KİTABINDAN

Kapatın gözlerinizi.Durun ve karanlığı seyredin.Tüm zamanların dışında,tüm çağların içinde. Her yerin hiçbir yerinde,hiçbir yerin gölgesinde.İşte böyle bir gece.Mardin’de bir gece.Gündüzü mezarlık,gecesi gerdanlık şehirde Yorgunluk havada,gariplik suda, suskunluk rüzgarda.Simsiyah bir sessizlik.Uyku bile uykuda.Bir masal gibi başlar hikaye.Küsmüş rüyaların diyarından göçmüş,hayaller kurar yalnız odasında.Tüm sokaklarda yürüyüp hiçbir yerden geçmeden kendi kabrini arar uçsuz bucaksız şehirde.Kalbine sorar kimsin bu cihanda.Bir gece yürüyüşüyle yürür ve dinler sessizliği.Ovadan esen soğuk rüzgarın ruhuna teslim eder varlığını.Sonu sonsuzluk olan varlığından kopuk hali ile dikkatini ne çeker?Kuşlar mı,sular mı,rüzgar mı?Yakarışı andıran bir nida yankılanır yedi kat semada"Ey en güzel şarkıların üstadı kuşlar!Ey kadim çeşmelerin can veren suları!Ey diyardan diyara ruh taşıyan,kanımı donduran rüzgar!"Yoldaş arar yemyeşil ovada. Gökte yıldızlar parlar bu uğurda.Kuşlar göçtü, sular kurudu,sular dilfigar...Rüzgar duruldu..."Kuşlar ses verin!" Kuşlar lal.."Sular hayat verin bu kurumuş ruhuma!"Sular camid,sular suskun.. "Rüzgar bir şey söyle" -Benimle besleniyorsun ya…
Bir adım daha atarsa, yanar,kavrulur der şehir.Aşk vadisinde mühür kimin?Muhabbetin adı kim?Varlıkların tadı nerede?Ne var yanına alacak? Sonsuzluğa giden yolda kim dayanağı olacak?Baharın bağrından kopup kim niye arar ki kabrini?Mardin’de baharın geldiğini anlamazsın derler,hem de nasıl anlarsın.Her ruha nasip olmaz baharı yaşamak.Baharın ışığıyla aydınlanmalı karanlığın.Dermansız kalır dizler.Teselli arar kalp.Hüzünle çarpar kalp:Onun kalbi.Merhametli bir çift soğuk el aydınlatır yolunu.Varlar yok,yoklar var olur.Sular taş,taşlar rüzgar olur.Dağlar kum,kumlar divane olur. Çağlar eskir Mardin’de.Bitmiş aşkların sessiz şehrinde bir kandil yanar sönmez gecelerde.Yeryüzünde vefa yok mu?Seni teselli edecek birini mi arıyor kalbin ?Üzülme ve aç gözlerini.Aç ve gör.Ötelerin ötesi bekliyor seni.Ne kadar zaman geçti bilinmez.Günler ay,aylar yıl olur ve asırlar olur.Toprağın bağrındaki su gökyüzüyle buluşurken  bir sessizlik kaplar seher vaktini. Her şey sus pus olur.
Kainatta insana dair kalmış tek kutsal ses yankılanır çağlar ötesinden.Taşların şarkısı , suskun kuyular eşlik eder aşkla. Dile gelir yerin altındakiler.Bir görev bilir kalmış atalardan."Burası dardır,burası karanlıktır.Ya bir kuyudur,ya bir çukurdur ya bahçedir.Yanında ne getirirsen odur.
Taş getirirsen dört duvardır.Ağaç getirirsen bahçedir.Işık getirirsen cennettir."
Bir inançtı bu kutsal kitabından
Ay doğar yine parlar uzerinde
Solsa da zaman Mardin’de...

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Küçük Cin


Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde... Mezopotamya'da, dağların tepesinde ve eteklerinde kurulmuş  bir şehir varmış. Adı Mardin imiş.  Dışardan bakılırsa kapalı, taşla kapatılmış bir şehirmiş.  Şehre girebilmek için şehrin dört kapılarından biri kullanılırmış. Kapılar yabancı insanları engellemek için yapılmış. Fakat cinleri engellenememiş. Cinler Mardin'e gelip orada yaşarmış. Ortak bir şehirmiş. Evler üst üste yapılmış, çok karışıkmış. Evler sanki cinler tarafından yapılmış. Sokaklar nerden çıkıyor nerede bitiyor bilinmezmiş. Dar sokaklar arasında kaybolabilirmiş. Yolu ararken sanki kendi kabrini aramış gibi olurmuş. Karanlık saatlerde insanlar her yerde yayılan abbaralara girmekten korkarmış. Abbaralar, kitlenirmiş .belki de cinler bunu yaparmış
Mardin'in en tepesinde ünlü bir kale varmış. Kalenin altında kuyular varmış ve Mardin'deki seksen bir akan çeşme hepsi kaledençıkmış. Çeşmeleri yapan cinlerdir. Cinler yerin altından gider, su yolları yapar ve mahallerin içine kadar su gitirirmiş. Cinler hem insanlara yardım edermiş hem de korkuturmuş. Cinlerin arasında küçük bir cin varmış. Küçük cin büyük cinlerin insanlara yardım etmelerine şaşırmış. İnsanları keşfetmeye çıkmış. Su yollarını takip etmiş, takip ederken çeşmerlerin etrafında insanlar toplanmış. Su aldıklarını görmüş ve bir adamın arkasına gitmiş, adam ile eve girmiş ve pencerede oturan bir çocuğu görmüş. Çocuk engelliymiş, yürüyemezmiş. Küçük cin çok üzülmüş ve cocuk ile arkadaş olmak istemiş. Ertesi gün sabah küçük cin, engelli çocuğun yanına gitmiş, ama onu evde bulamamış. Evin etrafını aramış ve çocuğu damda bulmuş. Çocuk gökyüzüne bakarmış ve kendi ile sesli bir şekilde konuşurmuş. Küçük cin çocuğun yanına gitmiş, oturup çocuğu dinlemiş. Çocuk Bugün baharı her yönüyle hissedebiliyorum, kokusuyla, renkleriyle, serinliğiyle ve de sesleriyle" demiş. Çok mutluymuş. Küçük cin çok şaşırmış,çocuk nasıl mutlu olabilirmiş.Çocuklar dışarda uçurtma uçurmuş ve o izlermiş ama onlar gibi mutluymuş. Küçük cin çocuğa " Nasıl mutlu olabilirsin?" diye sormuş. Çocuk " Rüzgarı en iyi hissettiği ve binalardan uzaklaştığı yer olarak görüyor dağı. Zaman geçtikçe artık rüzgar ve hava ile de iletişime geçersin. Rüzgar ile bir bağ kurarsın. Nereden nasıl estiği ve hızı o günkü planının bir parçası ve önemli bir etkeni olurmuş, sen de hissederek yaşarsın, her zaman yaparak değil." diye cevap vermiş. O günden beri arkadaş olmuşlar ve birbirlerini bırakmamışlar.

Baba ve 4 oğul hikayesi

Çok çok eski zamanlarda mezopotamyanın bir köyünde emekli bir terzi yaşarmış. Bu yetenekli adamın 4 tane işe yaramaz hiçbir işte dikiş tutmayan oğlu varmış. Gel zaman git zaman bir dönem ovada yağmur yağmaz olmuş ekinler yetişmez olmuş. Ovanın bütün köyleri bu buhrandan çok kötü etkilenmiş ve yiyecek ekmekleri dahi kalmamış. O dönem Mardinin Azizi çok miktarda buğday depolamış olduğu için bütün köylüler oraya akın etmişler. Mardine insanların akın etmesiyle güvenlik en alt seviyeye inmiş ve hırsızlık gibi suçlar birden artmış. Bunun üzerine kral giriş ve çıkışları kontrol etmek için bu her tarafı açık medeniyet kentine 4 tane kapı yapmış. Kapılar o dönemin en iyi kapı ustaları tarafından yıllanmış ceviz ağacından yapmışlar. Diyarbakır kapı, Yeni kapı, Savur kapı ve Şıvat kapı olmak üzere. D. Bakır kapı yüklerin arabaların ve kervanların girebilmesi için geniş yapılmıştı ve adeta bir kale kapısını andırıyordu. 40 asker dev kütükle bile zor açardı o kapıyı. Çünkü buğdayın büyük bir bölümü orada yapılmış silolarda korunuyordu. Devrin en iyi muhafızları tarafından korunuyordu. Kapının üzerinde Mardin azizini yücelten yazılar ve Allah ın birliğini ve dirliğini öven sufi yazılar en iyi ustalar tarafından oyulmuştu. Savur kapı ve Şıvat kapısı da aynı şekilde ve daha küçük yapılmışlardı. Bu kapılar ovadan gelen insanların kullandığı kapılardı. Yeni kapısı ise sadece kral yardımcıları ve ailesinin kullandığı kapıydı. Bu kapının etrafında gezinmek bile suç teşkil ediliyordu. Bu kapı bir tonozdan oluşuyordu ve tonozun her iki tarafına büyük iki kapı yapılmıştı. Eskiden de orada bir kapı varmış ve kral insanlara buradan hitap ediyordu. Daha yeni ve güçlü iki kapı yapıldığı için buna yeni kapı demişler. Diğer taraftan köylüler büyük bir itiş kalkışla ve izdihamla buğday almak için kapılara koşuyorlardı.
 Emekli  terzi çocukları her ne kadar tembel olsalar da onları çok seviyordu ve hiçbir işte çalıştırmıyordu. Ama kendisi çok yaşlı olduğu için ve kıtlık onları aç sefil bıraktığı için çocuklarını buğday almaları için Mardine gönderir. Onları göndermeden önce  onları iyice tembihler ve onlara yayında götürmeleri biraz para ve eski asil çocuklarının giydiği tuğralı birer elbise diktirir çantalarına koyar ve onları öyle uğurlar. Ayrıca o elbiseyi şehre girmeden önce giymelerini söyler ki kimse onlara karışmasın. Emekli terzi önceden orduda savaşan askermiş aynı zamanda terziliği sevdiği için kendisi ve arkadaşları için elbiseler dikermiş. Komutan bunu görünce onu asker üniforması yapması için görevlendirmiş ve o günden sonra askerler için elbise dikermiş hatta çok yetenekli olduğu için tuğraları falan sadece o yapabilirdi. Derken 4 kardeş kendilerini yolda görmüşler. Su sen falansın sen filansın demez elmayı da büyütür dikeni de. Yani dört kardeş birbirine hiç benzemiyorlar. Büyük kardeş her zaman babasının lafını çok iyi dinlerdi. Ondan küçük kardeş çok zeki olmasına karşın aklını hep boş işlerde kullanır başını belaya sokar. Diğer iki küçük kardeş de çok tezat ki çapkındırlar ve önlerine her gelen kıza takılırlar eğlenirler. Neyse bunlar uzun ve yorucu bir akşamın sonunda Mardine varırlar. Büyük oğlan babalarının dediği üzere D.bakır kapıdan girmek için yol alır ama kardeşleri onu dinlemez ve yorgun olduklarını mazeret ederek bir handa geceyi geçirmek isterler. Küçük iki kardeş kralın kızının güzelliğini görmek için Yeni kapıya giderler ama umduklarını bulamazlar. Muhafızlara kralın kızını görmek istediklerini söylerler tabi muhafizlarda onları tutuklar ve nezarethaneye atarlar. İki deli çocuk başlarına büyük bela almışlar öylece. İkinci oğlan ise babalarının onlara verdiği parayla buğday alıp kapı önünde içerde buğday bitti diye karaborsacılık yapmaya başlamış. Bu da babasının söylediklerini unutmuş ve sonunda muhafızlar tarafından nezarethaneye atılmıştır. Büyük oğlan ise babasının söylediklerini aynen uygulamış yanında getirdiği soylu üniformasını giymiş ve Diyarbakır kapıdan içeriye girmeye çalışmıştır. Bunu gören kapının yanındaki aç hırsızlar soylu görünümlü büyük oğlana ‘Şimdi onda ne paralar vardır’ diye saldırmışlar.Aralarında kavga çıkmış ve oğlan cebindeki birkaç kuruşu vermemek için hırsızlara karşı direnmiş. Daha sonra hırsızlar tarafından aldığı bıçak darbesiyle yere yığılmış. Onu derhal sağlık ocağına götürmüşler. Daha sonra durumu kötü olduğu için askeriyedeki revire getirirler. Burası krala bağlı devlet işlerinin yürütüldüğü bir binaymış. Revağın olduğu yerde dar ağacı kuruluyormuş. Aşağıda nezarethane varmış. Suçlular Üst katta mahkemede yargılanıyor idam kararı çıkanlar revağın altında herkese ibret olsun diye idam ediliyor. Daha sonra onları kör kuyulara atıyorlar. Dar ağacı parçaları üçgen bir şeydir ve gerektiğinde takılıp sökülüyor. Üst katın avlusundaki yapı ise revir olarak kullanılıyor. Doktor durumu çok ağır olan çocuğu görünce onu hemen ameliyathaneye almak istedi ama çocuk ölmek üzereydi. Doktor çocuğun omzundaki tuğrayı görünce çok şaşırdı ve bunun ona kimin verdiğini söyledi. Çünkü bu üniformayı sadece en yakın arkadaşı o terzi yapabilirdi ve oda emekli olmuştu. O adamın oğlu şimdi ölmek üzere ve babasının arkadaşına bakarak ‘babam verdi’ diyebildi zorla. Sonra kardeşlerini sordu doktora onların başına ne geldiklerini öğrenmek istedi. Doktor şok olmuştu adeta. Yapabildiği tek şey omzundaki tuğrayı öpmek oldu. Kardeşlerini bulmak için dışarı çıktı ve bir polise olanları anlatmaya çalışırken büyük oğlan içerde son nefesini veriyordu. Polis doktora dün akşam üç gencin nezarethaneye geldiklerini ve sabah yargılandıktan sonra dar ağacında idam edildiklerini söyleyince doktor mecnuna dönüyor ve onların atıldıkları kuyuya gelip ağlamaya başlıyor. O kadar ağlıyor ki kuyu onun göz yaşlarıyla dolup taşıyor. Sonra diğer kuyulara kaynaklar su vermeye başlıyor.  Böylece ova halkı kıtlıktan kurtuluyor.  Ova toprakları o günden sonra gözyaşıyla sulandığına inanılıyor.

Ahmet Özdemir  

FOTOĞRAFÇI


      Uyuduğu yerden fırladı kız aniden.Nefes nefese kalmıştı.Baş ucunda bulunan sehpanın üzerinden bir yudum su aldı. Uyumaya çalışıyordu ama hala rüyanın etkisindeydi. Saate baktı.saat gece iki.pencereyi açıp  dışarıya baktı sokaktaki sessizliği,serin havayı çekti içine az da olsa iyi gelmişti ona.Sonra rüyasını hatırlamaya çalıştı. Rüyada  her bir karakter iki kişilikti.Hem kendisiydi hem de kendisine  yabancıydı. Bir bedende iki farklı insan yaşıyordu.Ve kız etrafına bakındı. Hem kendisi olan hemde yabancısı olanı arıyordu. ‘Zehra’ Kendisi olduğu zaman.’Zenan’ ise kendisinden uzaklaştığı zamandı. Bunu kendisi bilmiyordu ama.Çünkü rüyadaki diğer insanlarda bilmiyordu aslında kendisine yabancı olduğunu. Rüyada sahil kenarında fotoğraf çekilir diye bağırıyordu bir adam. Zenan adamın sesine doğru yürümeye başladı. Etrafta bir sürü Zehra ve zenan vardı. Palyaçoculuk yapan kişiler, maske takanlar yani ‘zenan’ vardı her yerde. sahilde oturup tek başına anlamsız gülümseyen ‘zehra’larda vardı. Sahilde fotoğraf çeken birkaç yer vardı.fotoğrafçı adam kadrajı ayarladı ve sırtınu denize veren zenanın bir fotoğrafını çekti. Bir yabancı tarafından başka bir yabancının dondurulmuş bir ‘an’ını çekti. Fotoğrafçı her çektiği bir fotoğrafın kopyasını kendi duvarına asıyordu.Ve Zenana bir tane fotoğraf verdi.Zenan yürümeye devam etti.Daha da ileri de bir garip fotoğrafçı vardı. Müzik dinleterek fotoğraf çektiriyordu insanlara. En çok hangi müziği sevdiklerini soruyordu. Ve o şarkıda ne hissediyorsa öyle hareket etmesini söylüyordu fotoğrafçı. Zenan müziği söyledi. Eğlenceli bir parçaydı. durgun sakin zenan Zehra oldu aniden. Kendisi olmuştu orada.Canlandı , dans etmeye başladı, fotoğrafçıyı unutmuştu Zehra; Zenan’ı  saklamıştı müziğe. Ve o anda fotoğrafı çekildi. Gözü kapalı olmasına rağmen flaştan dolayı durdu. Fotoğrafçı gülümseyerek fotoğrafını uzattı ve şöyle dedi: İnsan kendisi olduğu zaman hep aynı tebessüm , aynı heyecanı yaşıyorlar. Baksana bu fotoğraflara dedi. Çantasından çıkardığı bir sürü fotoğrafı göstererek.Herkes fotoğrafta Zehra idi. Her yabancı bir fotoğraf ile bağlandı birbirine. Zehra şaşırmış bir şekilde fotoğraflara bakıyordu.o an donakalmıştı herkes o olmuştu. Altında yabancıların ismi farklı ama hep ayı yüz, aynı heyecan, aynı bakış vardı. Ürktü. Karanlık bir kuyunun dibinde ölümü beklerken ansızın bir ışık görmesi gibi bir histi Zehra’nın yaşadığı. Aslında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlamıştı. Zenan’ı artık bırakmanın zamanı geldi diye bağırmaya başladı. Sevinçle ağlayarak bütün insanlara dağıtmaya başladı. Aniden karşısına Zenan çıktı. Elindeki silahı Zenan’a doğrultarak beni yalnız ırakamazsın dedi.Hep kendin olamazsın. Zenan’ın gözü dönmüştü.Zehra donakalmıştı.Silahı doğrultanda oydu , hedefte olan da oydu.Eğer zenan zehrayı öldürürse zenan da ölür müydü diye içinden geçirdi.ve zenan tetiği çektiği gibi zenan ve Zehra yere yığıldı.Sırtları birbirlerine dönüktü.Zehra güneşin doğuşunu ölürken izledi zenan ise aynı anda güneşin batışını izledi.Ve fotoğrafçı o anda iki yabancının ölüm ve dirilişi fotoğrafladı.fotoğrafın flaşından dolayı rüyadan uyanıverdi…rüyadan uyanan kız  Zehra ve zenana birer teşekkür etti gecenin ikisinde . yabancının kim olduğunu öğrettikleri için…   
                                                                                                                                Mikail Oğuz   

BİR İNANÇTI BU KUTSAL KİTABINDAN

Kapatın gözlerinizi 
Durun
Ve karanlığı seyredin. 
İşte böyle bir gece. 
Mardin’de bir gece 
Gündüzü mezarlık, gecesi gerdanlık şehirde
Yorgunluk havada 
Gariplik suda 
Suskunluk rüzgarda
Simsiyah bir sessizlik 

Bir masal gibi başlar hikaye
Uyku bile uykuda. 
Küsmüş rüyalar
Hayaller kurar yalnız odasında
Kendi kabrini arar uçsuz bucaksız şehirde
KALBİNE SORAR KİMSİN BU CİHANDA 
Bir gece yürüyüşüyle yürür ve dinler
RÜZGARIN RUHUNA TESLİM eder varlığını
Bu ruh hali ile dikkatini ne çeker?
Kuşlar mı,sular mı,rüzgar mı?
Ey güzel şarkıların üstadı kuşlar
Ey kadim çeşmelerin can veren suları
Ey diyardan diyara ruh taşıyan,kanı donduran rüzgar!
yoldaş ARAR yemyeşil ovada 
Gökte yıldızlar PARLAR BU UĞURDA 
Kuşlar göçtü
Sular kurudu,sular dilfigar
Rüzgar duruldu
Kuşlar ses verin
Kuşlar lal
Sular hayat verin şu kurumuş ruha
Sular camid,sular suskun
Rüzgar bir şey söyle
Benimle besleniyorsun ya…
Bir adım daha atarsa, yanar, kavrulur der şehir
Aşk vadisinde mühür kimin
Muhabbetin adı kim
Varlıkların tadı nerde
Ne var yanına alacak
Kim niye arar ki kabrini
Mardin’de baharın geldiğini anlamazsın derler
Hem de nasıl anlarsın
Her ruha nasip olmaz bu bahar
Baharın ışığıyla aydınlanmalı karanlığın
Dermansız kalır dizler
Teselli arar kalp
Hüzünle çarpar kalp
Onun kalbi
Merhametli bir çift soğuk el
Varlar yok yoklar var olur
Sular taş,taşlar rüzgar olur
Dağlar kum,kumlar divane olur
Çağlar eskir Mardin’de
Bitmiş aşkların sessiz şehrinde
Bir kandil yanar sönmez gecelerde
Yeryüzünde vefa yok mu? 
Seni teselli edecek birini mi arıyor kalbin
Üzülme ve aç gözlerini 
Aç ve gör
Ötelerin ötesi bekliyor seni 
Dile gelir yerin altındakiler
Burası dardır,burası karanlıktır.
Ya bir kuyudur,ya bir çukurdur ya bahçedir.
Yanında ne getirirsen odur.
Taş getirirsen dört duvardır.
Ağaç getirirsen bahçedir.
Işık getirirsen cennettir.
Bir inançtı bu kutsal kitabından
Ay doğar yine PARLAR ÜZERİNDE 
Solsa da zaman Mardin’de