30 Nisan 2016 Cumartesi

Kısa kısa alıntılar

  • Sabahın o mahmurluguyla yeni kalkmış sessiz sedasız dolmuşun içinde oturmuş.
  • Orda yaşlı bir adam vardı,fakirdi. Yazın ağacın altında yatardı.
  • Zamanı geçti artık. Ne öyle bir musteri kaldı ne de böyle zaman kaldı yani.
  • Yav burada kapı vardı. Üç pencere vardi ne oldu.
  • Sabahtan beri benimle konuşuyorsun nasıl tanimadin? Ben de sabahtan beri hatırlamaya çalışıyorum ama hatırlayamadım.
  • Sonra tutkal,tutkaldan sonra boncuk, boncuktan sonra bir iki saat kalıyor sonra...

29 Nisan 2016 Cuma

GÖZÜMÜN NURU GÜVERCİNLERİM

Yeni bir eğitimi alabilmek için 10 üyelik bir güvercin kafilesi daha gelmişti. Koyu gri renklerin hakim olduğu kafileden iki, üç tanesi eğitim almaları pek de umurlarında olmayan yaramazlardı. Geriye kalanlarla her gün düzenli olarak çalışılır, özel olarak her biri ile ilgilenilirdi. Allah'ın sadece Mardin güvercinlerine bahşettiği "takla atma" özelliği bu kafileye daha da bir özenle verilmişti adeta. Onları uçarken, takla atarken, yemlerini yerken seyretmek tarif edilemez bir duygu. Karanlık bir kuyunun dibinde ölümü beklerken, ansızın bir ışık görmek gibi bir his. Sıkıntılı, stresli, kızgın olduğunda terapiye girmiş çıkmış gibi rahatlamanı sağlayan bir seans gibi. Hastalık derecesinde bir bağlılık aslında. Onlar olmadan artık, hayatımı normal bir biçimde ilerletmem pek mümkün sayılmaz.  

Hesap Kitap

A. Merhaba, yenisiniz burda galiba?
B. Evet,formasyon için geldim.
A. Nerelisin,nerde okudun?
B. Kiziltepeliyim. İnönü ‘ de okudum.
A. Bizim oraları bilirsin o zaman.
B. Evet, arkadaşlarım var. Senin arkadaşın nereli?
A. Poturgeli.
B. Ciddi olamazsın!!!
A. Yaran var galiba...
B. Ya öyle değil biraz karışık.
A. Anlat merak etme rahatlatsin,seni tedirgin gordum.
B. Bir dergi çıkarmaya karar vermistik,arkadasimla. Ben bir kitap yaziyordum.
Baş rolde bir kız vardı. Onun ‘Zehra’ ve ‘Zenan’ adlı iki meleği vardı.
‘Zehra; kendisi olduğu zaman.
‘Zenan; ise kendinden uzaklaştığı zaman.
Romanının kızı en son birine ulaşacaktı. Ve tamamen ‘zehra’ olacakti. Arkadaşım dergiye birini
getirdi. Çok garipti. Tuhafti. Küçüktü ama psikomanyakti.
Romanimin baş karakteriyle aynı adı taşıyordu... Ömer...
Onu kullanmak istedim.Romanimi anlattım. Beraber yazmaya başladık.
Sonra tartıştık ve roman yarım kaldı.
A. Romanını tamamlamazsan hep içinde kalır.
B. Evet,hala orda yaşıyorum. Üzerinden atamiyorum...,

Ayşenur

Zinciriye Merdivenleri

A. Mardin'i biliyor musunuz?
B. Mardinliyim.
A. Nereleri gezdiniz?
B. Turist kafilelerini gezdiriyorum.
A. Güzelmiş.
B. Bir gün hocam bir kafile verdi ve gezdir dedi.
Ama böyle bir kafile gormedim.
Herkes dörtnala salıyor kendini.
Mardin’in eşekleri daha uslu.
Baktım olacak gibi degil. Gelin sizi zinciriye medresesine götüreyim dedim.
Bıraktım o uçsuz bucaksız merdivenlerin önüne.
Hadi çıkın bakalım dedim.
Tabi o merdivenleri çıkınca anladılar.
İnmeye halleri kalmayınca hadi iniyoruz dedim.
Mardin herkesi işte böyle terbiye eder.

Ayşenur

Mardin'de Murakami Okumak

Mardin'de Murakami Okumak

27 Nisan 2016 Çarşamba

YABANCIDAN ABLAYA

Bir çocuk,bir yabancı
Kim bu çocuk,nereden geldi bu yabancı?
Bir yabancı,bir fotoğraf makinesi.
Neydi makine o yabancı için?
Bir makine,bir fotoğraf.
Ne kadar ölümsüzleştirilebilir bir ''an''?
Bir makine,bir ''tık'' sesi.
İyi mi etti zamanı dondurmakla?
Bir çocuk,bir fotoğraf.
Eski taş binanın önünde,bir yabancı tarafından başka bir yabancının dondurulmuş bir ''an''ı.
Ne oldu sonra ?
Kimde kaldı o ''an'' ?
İki yabancı bir fotoğraf ile bağlandı birbirine.
Bir daha birbirlerini görecekler mi?
Görürlerse tanırlar mı birbirlerini?
İki yıl sonra arşivde rastlanan,unutulmuş o fotoğraf.
Ve hatırlayış.
Çocuğa vermeliydi o fotoğrafı.
Mardin sokaklarında gözü aradı çocuğu haftalarca.
Ansızın gördü çocuğu.
Bir yabancı,bir çocuk,verilmesi gereken bir fotoğraf.
Neden bu kadar önemliydi?
Çocuk unutmuştu oysa.
Sonrasında çocuğa bir söz veriş:
Fotoğrafın baskısını hediye etme sözü.
Bir çocuk ve heyecanlı bir bekleyiş.
Belki de ilk defa kendisine ait,elle tutulur bir ''anı''.
Bir yabancı,bir çocuğun gülüşündeki samimiyet.
Fotoğrafı verdi mi?
''Yabancı'' nasıl bir anda ''abla'' oldu?
Yıllar sonra ne ifade edecekti bu fotoğraf?
Sonrasında bir abla,üç çocuk.
Üç arkadaş yıllar sonraya bir buse kondurdu.
Üç arkadaş,bir fotoğraf,yeni bir bekleyiş...
Bir yabancı,bir çocuk

Bir abla,üç çocuk

Helal ile beslersen çocuğunu hürmet ile öder borcunu..

L:Bak ben eski bir lokantacıydım.
F:Lokantacı?
L: Tabi o zaman tavuk adana kuşbaşı falan yoktu. 4-5 çeşit yemek yapardım her gün pilav, makarna, türlü, tava bunları yapıyordum. Birde helva, reçel, kadayıf baklava ondan sonra turşu benim burada 80 tene talebem vardı hepsi köylü çocuğuydu o zamanlar köyde okul yoktu orta yoktu, lise yoktu. Kazalardan geliyorlardı. Onlara defter veriyordum birde raf yapmıştım herkes gelip yemek yiyor kendi ismini yazıyor deftere yediklerini yazıyordu sene bitince aileleri mahsüllerini alınca gelip bana para veriyorlardı.
F: Deftere ne yazıyorlardı orayı anlayamadım ?
L: Hepsi ilk sayfaya ismini yazıyordu ondan sonra her gün ne yemek yedi ise onu yazıyordu gün gün bir sene boyunca makarna 30 kuruştu pilav 70 kuruştu onların rafı vardı o defterleri oraya koyuyorlardı. Hiçbiri para vermezdi sene bitince aileleri getirip verirdi.
F: Peki vermeseler ne oluyordu ?
L: Yok veriyorlardı. Şimdi kimi Almanya da kimi İstanbul da hep yüksek yerlerdeler bazıları emekli olmuş gelip beni tebrik ediyorlar. Sen bize babalık yaptın diyorlar.
L:Bizim çocuklar liseyi bitirdiler ikisi de 115 puan aldılar
F: Bülent Abiler mi?
L: Evet ancak bizim nüfusumuz Kızıltepe olduğu için kazandırmadılar. Zaten o zamanlardan beri olaylar başladı.
F: Hmm
L: O zaman ben İstanbul dan bir kebapçı getirdim İstanbul dan burda çalıştırdım. Şimdi çocuklar da alıştı çok şükür Mardin’in en iyi kebabını yapıyorlar.
F: Evet gerçekten iyi kebap yapıyorlar.
L: İnsan ya aşık olacak ya muhtaç olacak ki iyi iş yapabilsin değil mi?
F:Evet öyle

L: Şimdiye kadar bütün emekli olanlar gelip beni tebrik ediyorlar. Hepsinde benim numaram vardı beni sürekli arıyorlar baba nasılsın diyorlar bana hepsi baba diyor hepsi muvaffak oldu tek bir şahıs hariç o da paramı yedi ondan. (Gülüyor)

Necip Fazıl der ki: "Şu iki şeyi çok merak ediyorum... BİR: Nasıl oluyor da uyurken canım sigara istemiyor. İKİ: Öldüğümde sigarasız ne yapacağım?"

BİR YEMEK SONRASI…
F:Amca tütünlerin nerede?
A:İşte tütün ordadır içinde kağıt var yapabilirsen al yap
F: Amca ne zamandır tütün işi yapıyorsun?
A:1954’den beri
F:1954?
A: Evet askere gitmeden önce 1954 de asker oldum 1956 da terhis oldum o zamanlar kaçaktı tütün
F:Eee nasıl alıyordunuz?
A: O ara tahkim memurları vardı birinin elinde sigara görünce onu alıyorlardı. Hem de bir tahkim memuru benim akrabamdı. Ondan sonra Özal geldi tütünü serbest etti.
F: Tütünü Özal serbest etti yani
A: Evet şimdi Ankara, İstanbul, Adana taa Almanya’ya kadar gönderiyorum.
F: Amca sen kendin mi topluyorsun yerleriniz nerede?
A: Bizim on iki köyümüz vardı şu ziraat okulu vardı yaa ordaydı. Şimdi Diyarbakır dan Adana’ dan getiriyorlar hep ıskarta ben özel getiriyorum. Aha içiyorsun nasıl tütün?
F: İçimi çok güzel gerçekten
F: Bu yasak olduğu dönemler ile ilgili hiç ilginç bir anın var  mı Amca?
A: Eskiden Suriye ye kaçak götürüyorduk geceleri At ile götürüyorduk yeminin içine saklıyorduk çok yakın arkadaşlarım mayından öldü. Askerler önümüzü kesiyordu para veriyorduk geçiyorduk.
F: Amca fiyatları nasıldır peki?
A: O senin içtiğin birinci kalitedir kilosu  100 liradır. Bu iş bizim atalarımızdan 100 sene önce 200 sene önce de vardı biz yetişmedik.
A: Sağa sola satmak yasaktı El aziz de tütün fabrikası vardı Tahkim memurları yakalayınca oraya alıp götürüyorlardı ürünlerimizi. O fabrika az para veriyor diye hep gizliden eşeklerin atların saman kısımlarına saklayıp satıyorduk
F: Peki amca sen kaç senedir içiyorsun?
A: 10 yaşından beri 65 sene oldu. Şimdi siz bu içtiğinizi ne kadara alıyorsunuz ?
F: 11 lira amca
A: Kilosu 700-800 e geliyor benim ki mal gibi 100 liraya satıyorum.
F: Amca hiç bırakmayı düşünmedin mi peki

A: Üstadın dediği gibi benim için bir tek yanan o var nasıl bırakayım 65 senelik arkadaşı …. 

20 Nisan 2016 Çarşamba

Yağmurlu bir günden kısa bir kesit

Yağmur,gök gürültüsü ve yağmurla birlikte etrafı saran huzur verici bir koku...

İlerledikçe karanlığa gömülen abbaranın kırık merdivenlerinin orta kısmına yapılmış çıkılması oldukça güç bir rampadan yukarı doğru çıkıyordu yaşlı teyze.Merdivenin sağ tarafındaki tahta kapı zannımca kullanılmayan bir eve açılıyordu. Eskimiş ve bakımsız olup epeyce gerilere dayanan bir yaşanmışlık hissi veriyordu üzerindeki döküntüler. Tam yıllar öncesi bir tarihe gitmişken arkamda kalan yoldan geçen arabalar ve ötüşen kuşların sesiyle kendime geldim.Abbarada ilerledikçe hem karanlık artıyor hem de abbaranın o insanları içeri davet eden geniş ve yüksek girişi şimdi nerdeyse yaşlı teyzenin boyuna iniyordu.Sol tarafta dışarıdan geçen insanların ne gördüğü pek önemsenmeyerek etrafı sarı, baloncuk baloncuk  köpükle çerçevelenmiş,tel ile örülmüş bir pencere ve hemen yanında  kapı tokmağı dikkat çeken yeni olduğu bariz belli olan ahşap  kapıyı geçtikten sonra gelen  paslanmış metal kapıda  yaşlı teyzeyle tekrar karşılaştık.Teyze elindeki poşetlerle kapıyı ısrarla çalmasına rağmen açan olmayınca sinirlenmiş görünüyordu. Karşı tarafta hemen  hemen  bir çöplüğe dönmüş yerden kötü kokular yükseliyordu. Sağa sapıp epey zorlayan merdivenlerden çıkarken sol taraftaki binadan sarkıtılmış birkaç  halı ve battaniye yağan yağmurla sırılsıklam olmuşlardı. Tekrar sağdan ilerleyince tam karşıda kupkuru  birkaç asma ağacı duruyordu duvar boyunca yukarı uzamış olan.  Bu  asmaların alt tarafında kullanılmayan beton borulardan saksılar yapılmış ve gövdeleri demir ızgarayla sarılmıştı. Yağan yağmur insanları korkutmuş olacak ki sokaklardan hiç kimse geçmiyordu.          İlerleyip genişçe  bir sokağa çıktım. Rahatça mezopotamyayı  görebildiğim kısa bir duvar  örülmüş sokak boyunca . İlerleyip çaprazında duran diğer binalara oranla daha bakımlı olan bir binanın önünde durdum. İlk kattaki pencerelerin siyah demir parmaklıkları vardı ve üst kattaki pencerelerde de kenarlarına motifler işlenmişti. Kapının önünde duran kırmızı etekli , siyah kazaklı ve başında da eteğiyle uyumlu olsun diye  giymiş olduğu beyaz üstüne kırmızı çiçek desenleri  olan bir yazmayı boynundan geçirip kulaklarının iki kenarına bırakmış bir kadın sokağı bir süre izledikten  sonra  içeri girdi.  Yapının bu ilgi çeken  bakımına karşın ikinci katından dışarıya uzanan soba borusu  tüm bu güzelliği bozuyordu. Sokakta ilerledikçe göz hizamda içlerini  görebildiğim sağ ve solda iki oda vardı. Sağ tarafta bir evin mutfağına oldukça yukarıdan açılmış bir pencere iken sol taraftaki ise boş, içinde tahta parçaları olan ürperti veren  bir harabeydi. Onların aksine şimdi de iç açıcı çiçek desenli bir evin dış kapısına geldim. Mardin'in kuraklığı dolayısıyla görünce mutluluk veren birkaç fidan ve çiçek duruyordu .saksı olarak  da kahverengi , beyaz  iki demir bidon ve yağ, salça tenekesi kullanılmıştı. Merdivenin  yanında düşmeyi engelleyen bir kaç sıra örülmüş mini bir duvar insanlara oturma, oyun oynama imkanı veriyordu. Sol kolumun üzerinde yukarı giden bir merdiven ve tam karşımda iki katlı pencereleri kırık harabe kullanılmayan bir ev. İkinci katın penceresinde duran kahverengi beyaz bir kedi diğer binanın damına atlamak için bir kaç hamlede bulunsa da aradaki mesafeden korkup pencereden geri içeri atladı. Aşağı doğru inmeye başladığım kırılmış merdivenlerden nerdeyse düşüyordum ve zorlukla geçtiğim bu merdivenden sonra  caddeye indim.Şimdi de geniş ve sokaklardakine oranla bakımlı merdivenlerden otele girdim. Sağdaki güvenlikçinin oturduğu cam  bölmeli odada konstrüksiyon jürisinden çıkmış bir mimarlık öğrencisinin hemen ilgisini çeken cam cepheyi tutan spiderler  oluyor haliyle. Avlunun ortasından yukarı çıkan merdivene doğru yürüdüm. İlerde tavanda gördüğüm  metal avizeler Mardin taşlarına yakışan bronz sarısı renkteydiler. kimisi biraz aşağıda kimisi yukarıda  duruyordu. Merdivenin iki yanında insanları karşılayan iki küçük çam ağacını selamlayıp ilerledikten sonra iki tarafa açılan merdiven kollarında şimdi karar verme zamanı. Sağ mı? Sol mu? Sağ selamettir deyip sağdaki koldan ilerlesem de yukarı çıktığımda sol tarafın hatırı kalmasın diye oradan devam ettim ve işte Mezopotamya tam karşıda . Gökyüzünü sarmış kara bulutlar,  göğün ovayla  birleştiği yerde aydınlanıp bembeyaz bir hal almıştı. Yeşillenmiş Mezopotamya toprakları, bulutlar, gökyüzü ve  gökyüzünde tek başına bir hakimiyet kurmuş cami minaresi... Minarenin indiği yerin iki tarafını saran çay bahçeleri ...Mavi, kahverengi, yeşil sandalyeler, havanın serinliğine inat ceketini omuzlarına atmış oturan iki genç ve gelip geçen arabalar... Arkamı dönüp yürümeye başladım ki bir manzara daha işte: Mardin'in bir gerdan gibi uzanan tarihi kalesi. Yağmur  ve kapalı havadan olsa gerek her zamankinden daha bir kahverengi duruyor.  Yamaçlarına indikçe görülen baharı haber veren yeşiller huzur  vericiydi. Bu güzel manzaraya hayranlıkla bakarken gözüm biraz aşağı kayınca gördüğüm koca tabela tüm bu güzel atmosferi yerle  bir etmişti: 'Mardin Artuklu Üniversitesi Sosyal Tesisi ve Uygulama Oteli'
MANZARA’YMIŞ…

   Gökyurt sokak'tan başla diyor elimdeki rota :) kağıttan başımı kaldırdım ve sokağa baktım aman allahım sağ taraftaki cepheye neden pencere yapılmış ki.Hiç güneş almıyor.Ama en azından hava giriyor:) Ayaklarımın altında yavaş yavaş akan su sesi,elektrik tellerinin üzerine konulmuş güvercin,kuş sesleri,evlerin yüksek olması ve sokağın dar olması beni titretti.Gözlerimi kapatarak mardini dinleyeyim dedim arkadan bir ses 'pardon axui' dedi.Galiba mardinin bu sokağı ikimize dar geldi:) Gittiğim her yerde sanki su bana rotayı veriyordu.Sürekli ayaklarımın altında akıyordu,derken bende yavaştan terlemeye başladım(keşke dar sokakta soluklansaydım.)Kuş sesleri ve su bana eşlik ediyor.devam ettim yürümeye,şağımda evlere çıkan dışarda yapılmış bir merdiven gördüm.Merdivenlerde çocuklar oturuyordu.Merdivenleri geçene kadar sürekli gölgeydi.Birden güneş yüzüme vurdu.Sıcaklığı tenimi hemen ısıttı.Fotokopi makinesinden yeni çıktı aldığımız kağıdın sıcaklığı gibi bir histi güneşin tenimdeki hissi.Ama gözlerim kamıştı birden güneşi görünce. ve yine gölge aman allahım bu ne yern altına bir tünel mi gidiyor.ve bu bir abbara :) Abbaraya girmeden önce duvarlardan çıkan tuhaf bitkler dikkatimi çekti.Bitki türleri genelde yerden yukarıya çıkayor ama bu sefe duvarlardan çıkıyordu.Tuhaf bitkilerin kokusunu içime çektim.Ayyy başım döndü bu ne koku bu koku sadece tuvalatte var sanıyordum:) Kokudan sonra abbaraya baktım.Yok ben yanlış görüyorum.Abbaranın ucunda beyaz ışık gördüm(ahmetlerin sürekli söylediği şey aklıma geldi: beyaz ışığı görene kadar devam et:) niye anlatıyorsam size neyse:) Abbaraya girmek için bir kaç merdiven aşağı doğru indim.Elimdeki eskiz defteri hırçınlaşmaya başladı.aradaki sayflar uçuştu. allahım keşke ayaklarımın altında sus akmasaydı.Eskizim ıslandı:( yürümeye devam ettim.keşke 1 metre boyunda olsaydım dedim birden.Belimdeki rotaya bakarak yürürken az kalsın başımı abbaranın tavanına çarpıyordum.Hafifçe eğilerek merdivenleri indim.Gittikçe bedenime rüzgar daha da vuruyordu.Ve beyaz ışığı gördüm:) mardin sanki kuşlar tarafından istila edilmiş her yerde sesleri duyuluyor.İyi de kışın nerdeydiniz lan:)...Sağ tarafta yürürken başıma su damlası düştü dedim kesin
çocuklar tükürdü kızgın bir şekilde yukarı baktım.Neyseki kızılacak bişi yoktu.Teyze yıkadığı eşyaları asmıştı.güneşin önünde,rüzgarlı alanda kurutmaya bırakmış teyze , zeki teyze:) yürüdüğüm sokak yarısı gölge yarısı güneşliydi.Harabelere yetiştim. İyiki harap olmuş dedim:) bir kaç incir ağacı,dikenli,tuhaf bitkiler vardı.bu sefer koklamayacam:).Harabe bu ağaçlarla canlı duruyordu oysa.Bir  teyze arkadan seslendi bana heyyy genç ne yapıyorsun harabe alanda(aman allahım nedir bu harabe alanlardan çektiğim:) ? hocaların verdiğimi bir ödevdir onu yapıyorum dedim.teyze: Allah kurtarsın dedi:)) sağol tontiş teyze:)ama içimden tontiş dedim.harabe alandan çeşme doğru gittim.süpürge sesleri uzaktan geliyordu. bir adam eşekle çöp topluyordu.torbalara koyduğu çöpleri eşeğe yüklüyordu.Çeşmenin önünde eşek başını eğip su içiyordu.çeşmeyi geçerek  eşeğin yanından geçerken hızlıca koştum.Çifte atar diye korktum..Abbaraya gir ve manzarayı izle diyordu elimdeki rota.Beklediği manzara bu değildi:(. Manzarayı izlemek için indiğim o kadar rampa, merdiveni geriye doğru çıkacaktım,offf:).
Mikail OĞUZ

19 Nisan 2016 Salı

BİNDİK BİR ALAMETE  GİDİYOZ KIYAMETE

Ben ve  Zelal arkadaşım 1. caddeden ilerlerken  sinek cafenin bulunduğu sokağa saptık.Caddeden uzaklaşmamızla  birlikte araç sesleri  de azalmış, araç seslerin yerini kuş sesi ve rüzgarda  sallanan  ağaçların sesi almıştı.Ve artık ara sokaktayız ,nereye mi gidiyoruz ben de bilmiyorum.Bize verilmiş rotayı takip etmekle yükümlü bu gençler nereye gidiyordu acaba.(Kafamda deli sorular...)Yoksa her zaman gezdiğimiz yerlerden mi geçecektik .Kağıdı elimize aldık ve baktık   4. sokaktan girmemiz söyleniyordu.Hımm 49. sokak 52. sokak . 54. sokak nerde bu sokak yok böyle bir sokak yoksa 54. sokak mıydı bu, 5 sayısı unutulmuş muydu?
-Bu sokağa girelim Zelal çizime göre bu sokak olmalı:)
54. sokaktan abbaraya doğru ilerlerken abbara  duvarlarında " Melekler seni bana yazmış "  "Yusuf" Mardin" "Ahmet " "Ömer"  yazılmıştı.Yoksa bizim Ahmet miydi bu?:) Velhasıl yazan kişi gönlüne göre yazmış.Bir de  kişi,yazdığını vurgulamak istercesine  kırmızı sprey boya kullanmış .İyi de ben bu yazılara bir anlam veremedim.Melekler Yusuf' u  Ahmet'e mi yazmış Ömer'e mi yazmış:)): Neyse daha fazla saçmalamadan yolumuza devam edelim.Girdiğimiz yoldan emin olamadığımızdan Zelal ile benim içime korku saplandı ,doğru yolda mıydık acaba ? "Sora sora Bağdat bulunur" dedik  ve müthiş bir öz güvenle yolumuza devam ettik .İyi de etrafta kimse yoktu, kime soracaktık şimdi.Ben bunları düşünürken Zelal incir ağacını görmüştü.İncir ağacının yanına yaklaştım.Ve incir ağacına bakıp "Ah incir ağacı hocamız incir ağacı derken seni mi kastetmişti.Ne de küçüksün öyle .Ya seni fark etmeseydik .İç sesimle konuşmaya devam ederken bize doğru yaklaşan ayak seslerini duydum.Zelal
-Aaa insanlar:)) (Bize doğru iki kadın yaklaşıyordu, nasıl mutluyuz nasıl! )
-Teyze yakınlarda bildiğiniz bir türbe var mı?( Kadın neden donmuş vaziyette bana bakıyordu. Kadına yanlış bir şey mi söylemiştim? Neyse ki gelini konuşmaya başladı."Bu kadın benim kaynanam oluyor. Kendisi buranın yerlisi, Türkçeyi iyi konuşamıyor.Ne yazık ki bende Mardin' i pek bilmiyorum" .dedi ve söylediklerimizi kaynanasına çevirmeye  başladı .Kaynanası bilmediğini söyledi (Boşuna dememişler yerlisine sormayacaksın)Şimdi ne yapacaktık ya yanlış yoldaysak.Bu sessiz sokakta kime sorabilirdik .Birinin kapısını mı çalmalıydık.Bunları düşünürken kapısı aralanmış bir ev gördük .Lütfen yardım edin dercesine içeriye mi dalsaydık.Ve yine Zelalın sesi kulaklarımda
-Aaa bir insancık daha:))( Evet şimdide bir baba ve çocuğu bize doğru geliyordu.)
Amca, keşke şimdi bize "doğru yoldasınız evlatlarım" deseydi :).Neden girdiğimiz yoldan emin değildik.Bize verilmiş çizim mi eksikti yoksa sokaklar mı çok karışıktı derken Zelal
-Amca buraya yakın bir türbe varmış nerede biliyor musunuz?
-Suriye,Suriye
Evet amca Suriyeli çıktı.Onunla anlaşmalıydık Kürtçeye çevirdim Kürtçe de bilmiyormuş.Arapça'da benzer kelimeler olabilir düşüncesiyle mezar, ölüm ,türbe demeye başladım nasıl anladı bilmiyorum ama kelimelerimin arasından "Şeh" dedi "evet evet" dedim .Bizimle beden diliyle iletişime geçip yolu tarifledi.Amcanın tariflediğine göre doğru yoldaydık.Zelal ile birbirimize baktık ve kahkaha attık ikimizde durumdan memnunduk.Hemen ilerde kocaman bir incir ağacı gördük .Yoksa biraz önce gördüğümüz incir ağacı çizimdeki incir ağacı değil miydi? Tesadüfen girdiğimiz  yol doğru yolmuş.Artık emin adımlarla ilerledik.Şimdi doğru yolda olduğumuza göre yavaş gitmeliydim.Sokağın güzelliklerini hissetmeliydim.Zelal yoluna devam ederken ben yalnız başıma kaldım.Daralıp genişleyen sokaklardan ilerlerken kapılar dikkatimden kaçmadı.Hepsi bana başka bir şey anlatıyor gibiydi.Hele de bir tanesi vardı çocukluğumdaki evimizin kapısına benziyordu, oturup inceledim ve çocukluğumdaki anılar gözümde canlanmaya başladı.Bu kapılardan dışarıya ne de çok kaçardık.Kapılara çok can borçluyuz .Annemiz bize terliği atarken son anda kapıya isabet etmesi.Ah! anılarım depreşti.Kaldırın beni burdan.Oracıkta saatlerce oturup geçmişe gitmek istedim.Karanlık çökmek üzereydi kalktım yerimden ve yoluma devam ettim.Çocukluk anılarımı düşünmeye devam ederken çocuk sesleri  gelmeye başladı.Adımlarımı hızlaştırdım ve onların yanına gittim .Hepsi bana bakıyordu .Tabi ki bana  bakacaktılar,  beni tanımıyorlar çünkü .Sokağın sessizliğini bu çocuklar bozmuştu.Demek ki bu evlerde hayat vardı.çocuklarda olmazsa sokaklar nasıl can bulacaktı.Çocukların oyununu bölmüştüm daha fazla dalmalar yaşamadan oradan uzaklaştım ve başka bir sokağa saptım. Bu sokak  fazla rüzgarlıydı ama neden?Gideceğimiz son noktaya yakınlaşıyordum. Tabi ya yeşillik dolu bir sokaktaydım.Yoksa buna bahçeli sokak mı demeliydim.Ne kadar da güzel dizayn edilmişti.Çok yaratıcı fikirler vardı bu sokakta.İnsanları sokağa oturmaya davet eder gibi koltuklar  konulmuştu .Oturmamak ayıp olacaktı.Oturdum ve etrafıma bakındım ,su depolarından yapılan saksılara, asma çatıya, o ortamın keyfini mangalla çıkarmaya çalışan dedeye ,sokakta yeşilliğin arasında oynayan iki kediye, oradan geçerken koltukları fırsat bilip oturan insanlara bakıp durdum.Bu sokağın diğer sokaklardan farklı bir havası vardı.Son durağımız bilinçli mi seçilmişti acaba?.Zelal ile buradaki güzelliği tartışırken güneşin batımına az kalmıştı kalkmalıydık artık. Geri dönmek üzere yerimizden kalktık yürümeye başladık.Sokağın büyüsüne öyle kapılmışım ki aradaki bakkalı fark edememişim.Gözüm kapanmıştı kendimi bir anda içerde buldum.Bakkalın içinde kimse yoktu.Bu bir rüyamıydı .Aman Allah'ım, çocukluğumdaki abur cuburlar, Tam dokunacakken bir ses ile irkildim.Evet bu biraz önce mangal yapan dedeydi.
-Kızım bu mahalle fakir, çocuklar için getiriyorum bu abur cuburları.
Mahallenin maddi durumuna göre mi abur cuburlar geliyordu.Yazık değil miydi bu çocuklara.Burada amca, gerçekten de çocukları mı düşünmüştü.Çocukların imkanları sadece  bu yiyecekleri almaya mı yetiyordu."Amca ben biraz incelemek istiyorum".dedim
Ve abur cuburlara dokunup tekrardan çocukluğuma gittim.Ne de çok şey canlanmıştı gözümde küçük şeylerden mutlu olmayı bilirdik biz.O an bütün abur cuburlardan alıp  eve gitmek ve masamın bir köşesinde bulunsunlar  istedim.Bu sayede belki bilinç altımdaki saklanmış anılarım canlanabilirdi.Poşeti aldım elime başladım doldurmaya.Zelal:
-Yeter Dilan, alma şu abur cuburları, ne yapacaksın hepsini.
Biri bana dur demeliydi ,durdum  ve seçtiğim abur cuburları aldım. Ama gözüm arkada kalmadı değil.Her an bakkal yok olacak çocukluğumdaki abur cuburlar elimden çıkacakmış gibi hissettim.Bakkaldan çok şey alıp az para verdim.Şimdi bu yazıyı yazarken bakkaldan aldığım abur cuburlara bakarak yazıyorum. O sokaktan bedenim gitmiş olsada ruhum halen daha orada çünkü oradaki güzelliği halen daha hissedebiliyorum.


 MUTSUZLAR SOKAĞI
Yağmur çiselemeye başlamıştı ,topuklu ayakkabılarının çıkardığı sesle, taşlı ve ıslak merdivenlerde sağ eliyle tuttuğu eteğini düşmemek için tutarken gök gürlüyordu.Korkudan nereye sığınacağım diye düşünürken karşısında duran abbaraya sığındı.Kulağına gelen ezan sesi ile karışık burnunu hafifçe sağa kaydıran koku etrafını sarmıştı ,
oradan uzaklaşmak istemişti ama yağmur şiddetini gösteriyordu.Abbara da yağmurun dinmesini beklerken duvarlarda yazılı damla kelimesi ile yağmur damlalarını daha da  derinden hissediyordu ,peki o akan tesisat borularında su sesi,  gök gürlemesi daha da korkutucu sesler silsilesi ile merdivenlerden aşağı indi, evlerin girinti çıkıntıları ile yağmurdan biraz sıyrılmıştı.  Sokaklar envai çeşit hayat anlatıyordu, kapı üzerindeki motifler,duvardan çıkan  yeşillikler karşıda duran elektrik direğinden çıkan okları görüp sağa saptı, sokak boyunca terk edilmiş bir his bürümeye başlamıştı bedenini ,kimse yok insan yok bu nasıl bir yerdi! burada nasıl yaşayacaktı ,  etrafta  toprak ,harabe kokusu ile birlikte yol almaya devam etti yavaş yavaş.Nereye baksa satılık evler, terk edilmiş alanlar bunca terk edilmişlikler, sokağın sonunda ovaya uzanan geniş bir boşluk ve akan bir çeşme ile devam ediyordu ve çeşmeden akan su ile yorgunluğunu  atmıştı ,kana kana içerek ,sokaktan ilerken duvarda yazılı mutsuzlar sokağı yazısı şaşırtmıştı ,neden mutsuzlar sokağı bu kadar güzel bir yerde insanlar neden mutsuz idi diye düşünürken yola koyulmuştu tekrar , merdivenlerdeki  kırık taşların üstünü kapatan beton yamalardan sızan su, harç, çıplak olan ayağını ıslatmıştı etraf sessizlik içinde titretiyordu göğü, pencereleri su şişelerinin mavi kapakları ile vidalayan kapatma usullerini gördükten sonra tekrar ovaya açılan bir boşluk içinden ,yukarı doğru uzanan merdivenlerde aşkını duvara yazan gencoların yazısı ,dışarı asılı askılıklar ,kuş sesleri  ile karşı karşıya idi .
Kasr-ı  Butik otelden de ilerleyerek çeşmeden geçti.Çeşmeyi geçerken sağ merdivenlerden aşağı inip dikkatini çeken abbaraya doğru hareket ederken zifiri bir karanlık ile karşı karşıya kaldı  gündüz içinde gece  ,sağ ve sol olmak üzere 2 terk edilmiş handan gelen kapı gıcırtıları onu  hana doğru iterken  içinde ne var diye kapı gözünden baktığında  yüksek tavanlı boş terk edilmiş bir yer görünmüştü gözüne neden her yer terk edilmiş, neden her yer harabeye bırakılmıştı  diye düşünürken tekrar yola koyulmuştu ,incir ağacını da selamlayıp  yürümeye devam etti, yağmur  sakinleşmişti oturup etrafı süzmek istemişti ki karşıda duran evin kapı önü gel burada dinlen der edası ile onu  çağırmıştı .Tabanları ağrı içinde  zing zong  diye bağırırken ayakkabılarını çıkarıp etrafa baktı,  sağ tarafında Abdulkadir geylani derneğini simgeleyen kubbemsi ikon farklı bir algı oluşturmuştu onda, yüzünü farklı bir hal almıştı tanımlayamadığı,taş evler arasına serpiştirilen beton yapılar görüntüyü bozuyordu bunca doğallık arasında ...

tekrar mutsuzlar sokağından ilerlerken etrafını bu sefer ahır kokusu ile karışık yanmış kelle kokusu ,çocuğuna bağıran anne sesi sarmıştı sokağın sonunda oturmasını  bekleyen koltuğa doğru ilerledi ve tekrar oturdu karşısında  duran yeşil ota insanları  bunca güzelliğin içinde mutsuzluğa iten sebep ne diye sordu?

Keşfedecek Çok Şey Var

Bahar olmalı, bahara doğan güneşi hissetmeli insan iliklerine kadar. Gözlerini kapattığında bahar güneşinin ışığı değmeli göz kapağına ve onun ışığıyla aydınlanmalı karanlığın. Ama bugün yağmurlu bir nisan günü. Pek de sevmem yağmurlu havada yürümeyi ama koyulduk yola işte. Başladık ana caddeden yürümeye. Bol merdivenli, dar ara sokaklardan iniyoruz ovaya doğru. Sokakların birinden sola dönücez birkaç basamak inip üzerinde bir ev bulunan o garip abbaranın altından geçicez. Daha merdivenlerden inmeden bir atın kişnemesiyle döndük sağımıza. Sağdaki dükkanların birinde iki adam kahverengi bir atın arkasında durmuş nalını çakıyorlar sanırım. Arka ayağını kaldırıyorlar atın kendi kuyruğunu ayağına dolayıp nalı çakıyorlar. İlk kez karşılaştığım bu sahneyi uzaktan görüntüleyeyim derken daha bir kare bile alamadan nalı çakan amcanın sert çıkışıyla karşılaşıyoruz. İzin vermiyor fotoğraflamamıza maalesef. Tedirgin oluyoruz bizde. Merak etmiştik hem de ne olurdu ki izleseydik. Daha tam tanık olmadan gitmek zorunda kalıyoruz. İniyoruz solumuzda kalan merdivenden, abbaranın altından geçiyoruz. Yürüyoruz ansızın. At nalını çakan amcadan sonra çakan şimşeğin sesi, gök gürültüsü de ürperti veriyor içimize. Bir anne ve iki çocuğu geçiyor yanımızdan. Anne tutmuş ellerinden çocukların koştura koştura çıkarıyor merdivenlerden yağmur bastırmadan yetişme endişesiyle. Yürümeye devam ederken yağmurdan dolayı soluklaşmış sarı taş duvarları aşıp adeta özgürlüğüne kavuşan ağaçlar, otlar ilgimizi çekiyor. Sağımızda bu taş duvarlardan birinin bize sunduğu incir ağacı, solumuzda incir ağacının tam karşısında birkaç basamakla çıkılan evin kapısı. Evin yanından sola dönücez. Kocaman bir köpekle karşılaşıyoruz. İşte yeni bir tedirginlik daha. Bulunduğumuz yere doğru geliyor. Koşarak çıkıyor sokak boyu uzanan merdivenlerden. İkimizde duvara yanaşıyoruz iyice. Köpeğe tüm sokak senin olsun dercesine. Usulca geçip gidiyor yanımızdan neyse ki. Aşağıya iniyoruz köpeğin geldiği yöne doğru. İki yanımız evlerle kaplı sokak boyunca. Kimisinin ilk katı taş, üst katı betonla yapılmış. Kimisinin hepsi taş. Sokağın sonunda sağa ve sola ayrılıyor yol. Sağa dönüyoruz solda kalan yarım abbara çekiyor ilgimizi. Üzeri teneke parçalarıyla kapalı. Yağmur bastırıyor tam o sırada. Endişeyle yaklaştığımız karanlık abbaralara sığınıyoruz bu defa. Biraz hafiflemesini beklerken çevremizi izliyoruz abbaranın altından. Hemen abbaranın çıkışında kalan bir evin saçağına düşüp etrafa saçılan yağmur tanelerini takip ediyoruz. Yağmur pek azalacağa benzemeyince devam ediyoruz yolumuza. Merdivenleri inip sola döndüğümüzde yeni bir incir ağacıyla daha karşılaşıyoruz. Bizim olduğumuz kottan sadece tepesini görebiliyoruz ağacın. Belli ki kökleri bir alt kota dayanıyor. Dönüp incir ağacına doğru iniyoruz. Demin üzerinde olduğumuz yolun solundan sokağa doğru fışkırmış adeta bu incir ağacı. İneceğimiz merdivenin üzerini kapatıyor dalları ve yapraklarıyla. Kafamızı kaldırıp bu harika yaratılmışlığı izliyoruz bir süre. Gökyüzü de kadrajımızda. Harika bir yeşil ve sonsuz bir mavi. Onu izlemeye dalmışken ani hareketlerinden dolayı hep korktuğum kedi koşar adımlarla geçiyor yanımdan. İrkiliyorum birden yukarıda kalan güzelim incir ağacını unutuyorum. Soldan devam ediyoruz. Sağımızda kocaman ahşap bir çift kapı. Zincirle bağlanmış birbirine. Karanlık bir yere açılıyor belli ki. Küçük bir aralıktan bakıyoruz içeriyi görmeye çalışıyoruz. Karşı tarafta o karanlık koridora hafif bir ışık veren küçük bir pencere. Bu kilitli kapının ardındakiler meraklandırıyor bizi. Zincirle bağlanmış iki kapının arasından sıkışarak da olsa içeriye giriyoruz. Üzerimizde uzanan koca bir tonoz altında kalan koca koridoru kapatıyor. Yıkık, dökük bu koridorda ilerliyoruz karşımıza ne çıkacağından habersiz endişeli bir şekilde. Işığa doğru yürüyoruz. Sol tarafımızda dizili birkaç oda ve içlerinden terasa çıkıyoruz. Karşımızda tüm harikalığıyla Mezopotamya ovası. Arkamızı dönüyoruz. Demin içine girdiğimiz yapının kocaman bir konak olduğunu anlıyoruz. Cephede odalardan terasa açılan harika işlemelerle dolu pencere boşlukları. Merakla içeriye giriyoruz tekrar. İlk girdiğimiz koridorun sol tarafından aşağıya inen çok küçük bir çift aralık görüyoruz. Eğilip baktığımızda bulunduğumuz kattan daha aydınlık görünüyor. Küçücük karanlık merdivenlerden koca bir aydınlığa çıkıyoruz. En az üst kat kadar büyük bir katı daha var konak sandığımız bu yapının. Yine solda bulunan bir dizi oda bu kattaki balkona açılıyor. Bu defa balkonun üstü demin çıktığımız terastan dolayı kapalı. İnceliyoruz, kim bilir kimler, ne zaman neler yaşamış bu harika konakta. Tavanda betonla sıvanmış tonoz, altında ahşap kapılar var. Balkonun önünü bir ev kapatıyor bu defa. Mezopotamya’yı göremiyoruz buradan. Anlamaya çalışırken burayı bir kat daha aşağıya inen açıklığı görüyoruz. Şaşırıyoruz. Daha kaç kat var altında diye meraklanarak merdivenlere doğru gidiyoruz. Balkondan iniyorsunuz bir alt kata. Birkaç basamak inip kafamızı uzatıyoruz merakla. Taşlarla dolu bir kat. Üst katlarla aynı devasalıkta ve yine özenle yapılmış işlemeler var. Sessiz, karanlık, esrarlı bir kat daha. İnmek istiyoruz ama zeminde bir sürü taş olduğundan vazgeçip geri dönüyoruz. Aklımız hala buradaki yaşanmışlıklarla meşgul. Konağa ilk girdiğimiz kata çıkıp gitmeyi planlıyoruz. Çıkıyoruz ve ilk girdiğimizde fark etmediğimiz bir çift merdiven daha görüyoruz bir üst kata çıkan. Kapını deliğinden ilk baktığımızda asla böyle bir büyüklükle karşılaşacağımızı tahmin bile etmemiştik. Üst kata da çıkmak istiyoruz merdivenlerin sonu kapıyla kapatıldığından bu efsanenin bir üst katını göremiyoruz ne yazık ki. Çıkış için kapıya doğru gidiyoruz artık. Tam girişin sağından aşağıya inen su kuyusunu görüyoruz. Adeta tarihin içinden geçip gidiyoruz. Vakit geç olmadan çıkıyoruz. Muhteşem bir heyecan oluyor bizim için. Herkese göstermek, herkesi tanık etmek istiyoruz yaşanmışlıklarla dolu bu konağa. Kim bilir daha neler gizlidir sadece dışardan gördüğümüz ahşap kapıların ardında ve bu şehirde.

17 Nisan 2016 Pazar

leylak

bugün mezapotamya çay bahçesinde sahibi orada oturan her kadına birer leylak verdi. mis kokulu leylaklar açmış bahçesinde bilmem gördün mü? mardin'de baharın geldiğini anlamazsın derler. hem de nasıl anlıyorsun.

16 Nisan 2016 Cumartesi

Emanet mont

Kimisi yıkık dökük, kimisi restore edilmiş dar, taş blok sokakların arasından geçerek Cumhuriyet meydanının on  basamak aşağısındaki Pazar yerine vardı Hülya.. ilkbaharın saat başı  hava değişikliklerinden dolayı  montunu adeta bir emanet gibi taşıyordu.Pazar yerinden elli metre aşağı inerek Tatlıdede konağının önüne geldi.Etrafına iyice bakıp durdu.Mardin’in sokaklarına kolay  kolay  araba girmiyordu ; hatta bazen insanlar bile bazı sokaklarda zor yürüyordu.Evler insanların üstüne üstüne geliyordu s sanki.Konağın önüne geldiğinde dört araba vardı.Bir tanesi dört metre genişliğinde siyah korkuluklu konağın avlusuna parketmişti.Araba demişken bir diğer taşıt eşekler…Ancak eşekler bu  dar sokaklara girebiliyordu.Burdan ikide bir sırtında birkaç torba ile eşekler geçiyordu.eşeği süren adam bağırarak eşeğe kızıyordu daha hızlı yürümesi için.Bununla birlikte eşeğin sahibi eşeğe kamçı vuruyordu.Eşek kamçının acısını hissettiği gibi zıplıyordu ve koşmaya başlıyordu , koştukça boynunda asılı duran küçük zillerden sesler çıkıyordu.Bu  sırada Hülya’nın emanet montu birden yere düştü.Hülya bir çırpıda montu alıp iki defa  sirkelediği gibi beline atarak bir düğüm attı  kollarına.Zavallı Hülya meydanda gösteri yapıyormuşçasına herkesler ona bakıyordu.Bir adam Hülya’nın yanına yaklaşarak “ne çiziyorsun iğti” diye sordu.Bıkmış bir tavırla adama bakıp mimarlık fakültesinden geliyoruz  buralara yeni projeler yapmayı düşünüyoruz dedi..”hıııı ne güzel ne güzel Allah yardımcınız olsun” deyip  bir kartvizit uzattı .Meğerse dişçiymiş adam ..Ne zaman bir diş sorununuz olursa yanıma gelin diyordu dişçi.Hülya kartı alıp tesekkür ve  memnuniyetlerinden sonra Cumbalı eve yöneldi.Değişik bir yapıydı Mardin için doğrusu ,Mardin’ de tekti böyle bir ev herhalde.Tek cumba vardı ve cumbanın etrafında siyah korkuluklu pencereler..Onun altında da Mardin’in gelenksel tonozlarından vardı.Hülya burayı inceledikten sonra sağ alt taraftaki sokağa yöneldi.Sokağa girdiği gibi , sağ tarafta yine Mardin’de  az rastlanan koca bir çam ağacı belirdi..Dalları sokağa saçılmıştı.Hülya devam etti yoluna .Önüne yaklaşık 40 basamaklık bir merdiven çıktı.Şu yürürken topal  hissettiğiniz ,sonu gelmeyen, biri yüksek biri alçak derken sokak birden daralmaya  başladı ve birden sonu görünmeyen  mavi ile yeşilin karışımı sonsuzluğa uzanıyor hissi uyandıran mezopotam ya ovası belirdi.Tabi ova göründüğü gibi ; birden soğuk bir rüzgarda esmeye başladı.Hülya belinde duran montu çözerek giydi ve fermuarını hava almaycak şekilde boğazına kadar kapattı…Bu  rüzgar sokak başında çok gürdü.Sanki aşağıdaki çeşmenin, küçük meydanın,  harabe binanın ve ovanın tüm rüzgarını toplayıp buraya boşatıyordu.Rüzgarın sesine ; ağlayan küçük bir çocuğun sesi de ekleniyordu.Dar sokağın  başındaki duvarın dibine oturmuş , başını eliyle kapatarak ağlıyordu.Hülya yanına giderek “neden ağlıyorsun ablacığım” diyerek çocuğun başını okşuyordu.Çocuktan hiç yanıt çıkmayınca  Hülya kalkıp tekrar etrafına bakınmaya başladı.Kahverengi boyalı , yeni cilalanmış, parlak kapıdaki tokmağa baktı.Tokmak ördek biçimindeydi.Ördeğin kafası aşağı bakıyor ve kapı çalındığında ,ördeğin göğsü kapıyı çınlatmaya yardımcı oluyordu.Ordan çıkıp tekrar topallaya topallaya basamakları inmeye başladı.Sol tarafında yeni tomurcuklanmış bir incir ağacı , yüksek duvarları olan bir avludan dışarı saçılıyordu.Bu avlunun dik duvarlarında otlar da  bitiyordu. Malum yetişecek yer pek az her yer taş, toprak çok az…Derken Hülya beş basamak daha topallayıp aşağı indi ve sağ tarafına baktı.Tatlıdede konağının paslanmış demir kapısı ve her iki tarafında da  bir karış yüksekliğinde  kutu gibi dört tarafı cam kahverengi aydınlatma  lambası vardı.Bunlara eşlik eden ince ustalıkla desenleri  işlenmiş kapıyı kaplayan kemer vardı.kemerin her iki tarafında da ikişer ayağı vardı..Buraya da şaşkın şaşkın baktıktan sonra aşağı indi ve sol taraftan kıvrıldı.Mezopotamya artık tüm görkemiyle karşısındaydı.Her yer ayaklarının altındaydı.Bir nebze dinen rüzgar tekrar esmeye başlamıştı.Rüzgar Hülya’nın sol tarafındaki üç katlı beyaz binanın  ikinci katındaki çardaktaki sarı tenteyi uçuracakmış gibi esiyordu.Çardağın altında çıkma şeklinde bir balkon vardı.Balkonu ayakta tutan, boru gibi görünen betonarme kolonlar vardı.Aşağı kısımda yere basan kolonun hemen yanındaki kapı; harabe , terk edilmiş gibi görünen bir evin avlusuna açılıyordu.Avludan merdivenle ikinci kata çıkılıyordu.Burda , oturup ovayı seyreden iki yaşlı  kadın vardı.Ev gibi onlarda terk edilmiş hissi uyandırıyordu.Bu evin beş basamak topallamakla aşağısında yine bir merdiven vardı.bu merdiven yokuşa ters; bu sefer bir eve çıkıyordu.Avluda yeşermemiş dallı budaklı nar ağacı vardı.Bu binalarla birleşen uzun merdivenlerin  sağ tarafında  yine kocaman bir harabe vardı. Bir ev yapılmaya çalışılmış gibi , duvarları örülmüş fakat tavanı olmayan bir ev…İçi taş, toprak ve çöple doluydu.Bu harabe gizemli gelmişti hülyaya Oranın içine girmeye karar verdi ve  sokaktan biraz daha topallayarak sağa döndü .çeşme bölümüne….Bu küçük sokakta birkaç basamak  aşağı indiğinde su sesi gelmeye başlamıştı.Hülya’nın sol tarafında bir çeşme varmış ama henüz görmemişti.Çeşmeni sağı, solu, üstü,altı ve arkası kapalıydı; sadece ön kısmı açıktı.Bir kutunun sadece ön cephesini çıkarıp içine çeşme koymuş gibi….Hülya buraya yaklaştı..Çeşmede balık  temizleyen eşarplı hızmalı bir kız vardı. Hülya kızın fotoğrafını  çekmek istedi fakat kız izin vermedi.Hülya da sadece balıkların ve çeşmenin fotoğrafını çekti.Kıza teşekkür ederek tekrar harabe binaya girmek için yöneldi.Önünde betonun içine yerleştirilmiş , iki karış topraktan beslenen üç metre boyu olan yeni tomurcuklana n bir dut ağacı belirdi. Merdivenleri devam ederek indi fakat harabaye giremedi..Geri dönmeye karar verdi.Çeşme sokağı iki kola ayırmıştı.Hülya merdivenlerden bu defa yukarı doğru çıkıyordu.Topallamayı bırakıp bu defa yaşlı  insanlar gibi yürüyordu.Başını önüne eğmiş , sırtı azıcık kamburlaştırarak merdivenleri çıkıyordu..Sokağın başına geldi; çeşmenin ikiye ayırmış olduğu sokağın başına…Sağ tarafa yöneldi.Bu  sakakta sadece gökyüzü görünürdü.Hülya biraz daha ilerledi ve bir dükkanın önüne vardı..Dükkan ile sokağın diğer ucuna uzanan beyaz bir sac buranın  üstünü kapatıyordu.Bunun altından geçerken sadece arkanızda kalan şeyleri ve öndeki siyah ve sarı renkli korkulukları  görüyordu.Bu korkuluklar sokağın sağ tarafını kapatıyordu..insanların düşmemesi için..Bu korkulukların tam önüne geldiğinde  tekrar bir sonsuzluk belirdi ve onun önünde de üst üste yerleştirilmiş evler adeta bir vadi şeklinde dizilmişlerdi.
   Hülya sıkılmaya başlamıştı…
    Cemal akşam oldu gidelim mi ?
   Cemalde sıkılımaya başlamıştı.
E hadi gidelim…



gecenin sarısı