- Sabahın o mahmurluguyla yeni kalkmış sessiz sedasız dolmuşun içinde oturmuş.
- Orda yaşlı bir adam vardı,fakirdi. Yazın ağacın altında yatardı.
- Zamanı geçti artık. Ne öyle bir musteri kaldı ne de böyle zaman kaldı yani.
- Yav burada kapı vardı. Üç pencere vardi ne oldu.
- Sabahtan beri benimle konuşuyorsun nasıl tanimadin? Ben de sabahtan beri hatırlamaya çalışıyorum ama hatırlayamadım.
- Sonra tutkal,tutkaldan sonra boncuk, boncuktan sonra bir iki saat kalıyor sonra...
30 Nisan 2016 Cumartesi
Kısa kısa alıntılar
29 Nisan 2016 Cuma
GÖZÜMÜN NURU GÜVERCİNLERİM
Yeni bir eğitimi alabilmek için 10 üyelik bir güvercin kafilesi daha gelmişti. Koyu gri renklerin hakim olduğu kafileden iki, üç tanesi eğitim almaları pek de umurlarında olmayan yaramazlardı. Geriye kalanlarla her gün düzenli olarak çalışılır, özel olarak her biri ile ilgilenilirdi. Allah'ın sadece Mardin güvercinlerine bahşettiği "takla atma" özelliği bu kafileye daha da bir özenle verilmişti adeta. Onları uçarken, takla atarken, yemlerini yerken seyretmek tarif edilemez bir duygu. Karanlık bir kuyunun dibinde ölümü beklerken, ansızın bir ışık görmek gibi bir his. Sıkıntılı, stresli, kızgın olduğunda terapiye girmiş çıkmış gibi rahatlamanı sağlayan bir seans gibi. Hastalık derecesinde bir bağlılık aslında. Onlar olmadan artık, hayatımı normal bir biçimde ilerletmem pek mümkün sayılmaz.
Hesap Kitap
A. Merhaba, yenisiniz burda galiba?
B. Evet,formasyon için geldim.
A. Nerelisin,nerde okudun?
B. Kiziltepeliyim. İnönü ‘ de okudum.
A. Bizim oraları bilirsin o zaman.
B. Evet, arkadaşlarım var. Senin arkadaşın nereli?
A. Poturgeli.
B. Ciddi olamazsın!!!
A. Yaran var galiba...
B. Ya öyle değil biraz karışık.
A. Anlat merak etme rahatlatsin,seni tedirgin gordum.
B. Bir dergi çıkarmaya karar vermistik,arkadasimla. Ben bir kitap yaziyordum.
Baş rolde bir kız vardı. Onun ‘Zehra’ ve ‘Zenan’ adlı iki meleği vardı.
‘Zehra; kendisi olduğu zaman.
‘Zenan; ise kendinden uzaklaştığı zaman.
Romanının kızı en son birine ulaşacaktı. Ve tamamen ‘zehra’ olacakti. Arkadaşım dergiye birini
getirdi. Çok garipti. Tuhafti. Küçüktü ama psikomanyakti.
Romanimin baş karakteriyle aynı adı taşıyordu... Ömer...
Onu kullanmak istedim.Romanimi anlattım. Beraber yazmaya başladık.
Sonra tartıştık ve roman yarım kaldı.
A. Romanını tamamlamazsan hep içinde kalır.
B. Evet,hala orda yaşıyorum. Üzerinden atamiyorum...,
Ayşenur
B. Evet,formasyon için geldim.
A. Nerelisin,nerde okudun?
B. Kiziltepeliyim. İnönü ‘ de okudum.
A. Bizim oraları bilirsin o zaman.
B. Evet, arkadaşlarım var. Senin arkadaşın nereli?
A. Poturgeli.
B. Ciddi olamazsın!!!
A. Yaran var galiba...
B. Ya öyle değil biraz karışık.
A. Anlat merak etme rahatlatsin,seni tedirgin gordum.
B. Bir dergi çıkarmaya karar vermistik,arkadasimla. Ben bir kitap yaziyordum.
Baş rolde bir kız vardı. Onun ‘Zehra’ ve ‘Zenan’ adlı iki meleği vardı.
‘Zehra; kendisi olduğu zaman.
‘Zenan; ise kendinden uzaklaştığı zaman.
Romanının kızı en son birine ulaşacaktı. Ve tamamen ‘zehra’ olacakti. Arkadaşım dergiye birini
getirdi. Çok garipti. Tuhafti. Küçüktü ama psikomanyakti.
Romanimin baş karakteriyle aynı adı taşıyordu... Ömer...
Onu kullanmak istedim.Romanimi anlattım. Beraber yazmaya başladık.
Sonra tartıştık ve roman yarım kaldı.
A. Romanını tamamlamazsan hep içinde kalır.
B. Evet,hala orda yaşıyorum. Üzerinden atamiyorum...,
Ayşenur
Zinciriye Merdivenleri
A. Mardin'i biliyor musunuz?
B. Mardinliyim.
A. Nereleri gezdiniz?
B. Turist kafilelerini gezdiriyorum.
A. Güzelmiş.
B. Bir gün hocam bir kafile verdi ve gezdir dedi.
Ama böyle bir kafile gormedim.
Herkes dörtnala salıyor kendini.
Mardin’in eşekleri daha uslu.
Baktım olacak gibi degil. Gelin sizi zinciriye medresesine götüreyim dedim.
Bıraktım o uçsuz bucaksız merdivenlerin önüne.
Hadi çıkın bakalım dedim.
Tabi o merdivenleri çıkınca anladılar.
İnmeye halleri kalmayınca hadi iniyoruz dedim.
Mardin herkesi işte böyle terbiye eder.
Ayşenur
B. Mardinliyim.
A. Nereleri gezdiniz?
B. Turist kafilelerini gezdiriyorum.
A. Güzelmiş.
B. Bir gün hocam bir kafile verdi ve gezdir dedi.
Ama böyle bir kafile gormedim.
Herkes dörtnala salıyor kendini.
Mardin’in eşekleri daha uslu.
Baktım olacak gibi degil. Gelin sizi zinciriye medresesine götüreyim dedim.
Bıraktım o uçsuz bucaksız merdivenlerin önüne.
Hadi çıkın bakalım dedim.
Tabi o merdivenleri çıkınca anladılar.
İnmeye halleri kalmayınca hadi iniyoruz dedim.
Mardin herkesi işte böyle terbiye eder.
Ayşenur
Mardin'de Murakami Okumak
27 Nisan 2016 Çarşamba
YABANCIDAN ABLAYA
Bir çocuk,bir yabancı
Kim bu çocuk,nereden geldi bu yabancı?
Bir yabancı,bir fotoğraf makinesi.
Neydi makine o yabancı için?
Bir makine,bir fotoğraf.
Ne kadar ölümsüzleştirilebilir bir ''an''?
Bir makine,bir ''tık'' sesi.
İyi mi etti zamanı dondurmakla?
Bir çocuk,bir fotoğraf.
Eski taş binanın önünde,bir yabancı tarafından başka bir yabancının dondurulmuş bir ''an''ı.
Ne oldu sonra ?
Kimde kaldı o ''an'' ?
İki yabancı bir fotoğraf ile bağlandı birbirine.
Bir daha birbirlerini görecekler mi?
Görürlerse tanırlar mı birbirlerini?
İki yıl sonra arşivde rastlanan,unutulmuş o fotoğraf.
Ve hatırlayış.
Çocuğa vermeliydi o fotoğrafı.
Mardin sokaklarında gözü aradı çocuğu haftalarca.
Ansızın gördü çocuğu.
Bir yabancı,bir çocuk,verilmesi gereken bir fotoğraf.
Neden bu kadar önemliydi?
Çocuk unutmuştu oysa.
Sonrasında çocuğa bir söz veriş:
Fotoğrafın baskısını hediye etme sözü.
Bir çocuk ve heyecanlı bir bekleyiş.
Belki de ilk defa kendisine ait,elle tutulur bir ''anı''.
Bir yabancı,bir çocuğun gülüşündeki samimiyet.
Fotoğrafı verdi mi?
''Yabancı'' nasıl bir anda ''abla'' oldu?
Yıllar sonra ne ifade edecekti bu fotoğraf?
Sonrasında bir abla,üç çocuk.
Üç arkadaş yıllar sonraya bir buse kondurdu.
Üç arkadaş,bir fotoğraf,yeni bir bekleyiş...
Kim bu çocuk,nereden geldi bu yabancı?
Bir yabancı,bir fotoğraf makinesi.
Neydi makine o yabancı için?
Bir makine,bir fotoğraf.
Ne kadar ölümsüzleştirilebilir bir ''an''?
Bir makine,bir ''tık'' sesi.
İyi mi etti zamanı dondurmakla?
Bir çocuk,bir fotoğraf.
Eski taş binanın önünde,bir yabancı tarafından başka bir yabancının dondurulmuş bir ''an''ı.
Ne oldu sonra ?
Kimde kaldı o ''an'' ?
İki yabancı bir fotoğraf ile bağlandı birbirine.
Bir daha birbirlerini görecekler mi?
Görürlerse tanırlar mı birbirlerini?
İki yıl sonra arşivde rastlanan,unutulmuş o fotoğraf.
Ve hatırlayış.
Çocuğa vermeliydi o fotoğrafı.
Mardin sokaklarında gözü aradı çocuğu haftalarca.
Ansızın gördü çocuğu.
Bir yabancı,bir çocuk,verilmesi gereken bir fotoğraf.
Neden bu kadar önemliydi?
Çocuk unutmuştu oysa.
Sonrasında çocuğa bir söz veriş:
Fotoğrafın baskısını hediye etme sözü.
Bir çocuk ve heyecanlı bir bekleyiş.
Belki de ilk defa kendisine ait,elle tutulur bir ''anı''.
Bir yabancı,bir çocuğun gülüşündeki samimiyet.
Fotoğrafı verdi mi?
''Yabancı'' nasıl bir anda ''abla'' oldu?
Yıllar sonra ne ifade edecekti bu fotoğraf?
Sonrasında bir abla,üç çocuk.
Üç arkadaş yıllar sonraya bir buse kondurdu.
Üç arkadaş,bir fotoğraf,yeni bir bekleyiş...
Bir yabancı,bir çocuk |
Bir abla,üç çocuk |
Helal ile beslersen çocuğunu hürmet ile öder borcunu..
L:Bak ben eski bir lokantacıydım.
F:Lokantacı?
L: Tabi o zaman tavuk adana kuşbaşı falan yoktu. 4-5 çeşit
yemek yapardım her gün pilav, makarna, türlü, tava bunları yapıyordum. Birde
helva, reçel, kadayıf baklava ondan sonra turşu benim burada 80 tene talebem
vardı hepsi köylü çocuğuydu o zamanlar köyde okul yoktu orta yoktu, lise yoktu.
Kazalardan geliyorlardı. Onlara defter veriyordum birde raf yapmıştım herkes
gelip yemek yiyor kendi ismini yazıyor deftere yediklerini yazıyordu sene
bitince aileleri mahsüllerini alınca gelip bana para veriyorlardı.
F: Deftere ne yazıyorlardı orayı anlayamadım ?
L: Hepsi ilk sayfaya ismini yazıyordu ondan sonra her gün ne
yemek yedi ise onu yazıyordu gün gün bir sene boyunca makarna 30 kuruştu pilav
70 kuruştu onların rafı vardı o defterleri oraya koyuyorlardı. Hiçbiri para
vermezdi sene bitince aileleri getirip verirdi.
F: Peki vermeseler ne oluyordu ?
L: Yok veriyorlardı. Şimdi kimi Almanya da kimi İstanbul da
hep yüksek yerlerdeler bazıları emekli olmuş gelip beni tebrik ediyorlar. Sen
bize babalık yaptın diyorlar.
L:Bizim çocuklar liseyi bitirdiler ikisi de 115 puan aldılar
F: Bülent Abiler mi?
L: Evet ancak bizim nüfusumuz Kızıltepe olduğu için
kazandırmadılar. Zaten o zamanlardan beri olaylar başladı.
F: Hmm
L: O zaman ben İstanbul dan bir kebapçı getirdim İstanbul
dan burda çalıştırdım. Şimdi çocuklar da alıştı çok şükür Mardin’in en iyi
kebabını yapıyorlar.
F: Evet gerçekten iyi kebap yapıyorlar.
L: İnsan ya aşık olacak ya muhtaç olacak ki iyi iş
yapabilsin değil mi?
F:Evet öyle
L: Şimdiye kadar bütün emekli olanlar gelip beni tebrik
ediyorlar. Hepsinde benim numaram vardı beni sürekli arıyorlar baba nasılsın
diyorlar bana hepsi baba diyor hepsi muvaffak oldu tek bir şahıs hariç o da
paramı yedi ondan. (Gülüyor)
Necip Fazıl der ki: "Şu iki şeyi çok merak ediyorum... BİR: Nasıl oluyor da uyurken canım sigara istemiyor. İKİ: Öldüğümde sigarasız ne yapacağım?"
BİR YEMEK SONRASI…
F:Amca tütünlerin nerede?
A:İşte tütün ordadır içinde kağıt var yapabilirsen al yap
F: Amca ne zamandır tütün işi yapıyorsun?
A:1954’den beri
F:1954?
A: Evet askere gitmeden önce 1954 de asker oldum 1956 da
terhis oldum o zamanlar kaçaktı tütün
F:Eee nasıl alıyordunuz?
A: O ara tahkim memurları vardı birinin elinde sigara
görünce onu alıyorlardı. Hem de bir tahkim memuru benim akrabamdı. Ondan sonra
Özal geldi tütünü serbest etti.
F: Tütünü Özal serbest etti yani
A: Evet şimdi Ankara, İstanbul, Adana taa Almanya’ya kadar
gönderiyorum.
F: Amca sen kendin mi topluyorsun yerleriniz nerede?
A: Bizim on iki köyümüz vardı şu ziraat okulu vardı yaa
ordaydı. Şimdi Diyarbakır dan Adana’ dan getiriyorlar hep ıskarta ben özel
getiriyorum. Aha içiyorsun nasıl tütün?
F: İçimi çok güzel gerçekten
F: Bu yasak olduğu dönemler ile ilgili hiç ilginç bir anın
var mı Amca?
A: Eskiden Suriye ye kaçak götürüyorduk geceleri At ile
götürüyorduk yeminin içine saklıyorduk çok yakın arkadaşlarım mayından öldü.
Askerler önümüzü kesiyordu para veriyorduk geçiyorduk.
F: Amca fiyatları nasıldır peki?
A: O senin içtiğin birinci kalitedir kilosu 100 liradır. Bu iş bizim atalarımızdan 100
sene önce 200 sene önce de vardı biz yetişmedik.
A: Sağa sola satmak yasaktı El aziz de tütün fabrikası vardı
Tahkim memurları yakalayınca oraya alıp götürüyorlardı ürünlerimizi. O fabrika
az para veriyor diye hep gizliden eşeklerin atların saman kısımlarına saklayıp
satıyorduk
F: Peki amca sen kaç senedir içiyorsun?
A: 10 yaşından beri 65 sene oldu. Şimdi siz bu içtiğinizi ne
kadara alıyorsunuz ?
F: 11 lira amca
A: Kilosu 700-800 e geliyor benim ki mal gibi 100 liraya
satıyorum.
F: Amca hiç bırakmayı düşünmedin mi peki
A: Üstadın dediği gibi benim için bir tek yanan o var nasıl
bırakayım 65 senelik arkadaşı ….
20 Nisan 2016 Çarşamba
Yağmurlu bir günden kısa bir kesit
Yağmur,gök gürültüsü ve yağmurla birlikte etrafı saran huzur
verici bir koku...
İlerledikçe karanlığa gömülen abbaranın kırık
merdivenlerinin orta kısmına yapılmış çıkılması oldukça güç bir rampadan yukarı
doğru çıkıyordu yaşlı teyze.Merdivenin sağ tarafındaki tahta kapı zannımca
kullanılmayan bir eve açılıyordu. Eskimiş ve bakımsız olup epeyce gerilere
dayanan bir yaşanmışlık hissi veriyordu üzerindeki döküntüler. Tam yıllar
öncesi bir tarihe gitmişken arkamda kalan yoldan geçen arabalar ve ötüşen
kuşların sesiyle kendime geldim.Abbarada ilerledikçe hem karanlık artıyor hem
de abbaranın o insanları içeri davet eden geniş ve yüksek girişi şimdi nerdeyse
yaşlı teyzenin boyuna iniyordu.Sol tarafta dışarıdan geçen insanların ne
gördüğü pek önemsenmeyerek etrafı sarı, baloncuk baloncuk köpükle çerçevelenmiş,tel ile örülmüş bir
pencere ve hemen yanında kapı tokmağı
dikkat çeken yeni olduğu bariz belli olan ahşap kapıyı geçtikten sonra gelen paslanmış metal kapıda yaşlı teyzeyle tekrar karşılaştık.Teyze
elindeki poşetlerle kapıyı ısrarla çalmasına rağmen açan olmayınca sinirlenmiş
görünüyordu. Karşı tarafta hemen
hemen bir çöplüğe dönmüş yerden
kötü kokular yükseliyordu. Sağa sapıp epey zorlayan merdivenlerden çıkarken sol
taraftaki binadan sarkıtılmış birkaç
halı ve battaniye yağan yağmurla sırılsıklam olmuşlardı. Tekrar sağdan
ilerleyince tam karşıda kupkuru birkaç
asma ağacı duruyordu duvar boyunca yukarı uzamış olan. Bu
asmaların alt tarafında kullanılmayan beton borulardan saksılar yapılmış
ve gövdeleri demir ızgarayla sarılmıştı. Yağan yağmur insanları korkutmuş
olacak ki sokaklardan hiç kimse geçmiyordu. İlerleyip
genişçe bir sokağa çıktım. Rahatça
mezopotamyayı görebildiğim kısa bir
duvar örülmüş sokak boyunca . İlerleyip
çaprazında duran diğer binalara oranla daha bakımlı olan bir binanın önünde
durdum. İlk kattaki pencerelerin siyah demir parmaklıkları vardı ve üst kattaki
pencerelerde de kenarlarına motifler işlenmişti. Kapının önünde duran kırmızı
etekli , siyah kazaklı ve başında da eteğiyle uyumlu olsun diye giymiş olduğu beyaz üstüne kırmızı çiçek
desenleri olan bir yazmayı boynundan
geçirip kulaklarının iki kenarına bırakmış bir kadın sokağı bir süre
izledikten sonra içeri girdi.
Yapının bu ilgi çeken bakımına
karşın ikinci katından dışarıya uzanan soba borusu tüm bu güzelliği bozuyordu. Sokakta
ilerledikçe göz hizamda içlerini
görebildiğim sağ ve solda iki oda vardı. Sağ tarafta bir evin mutfağına
oldukça yukarıdan açılmış bir pencere iken sol taraftaki ise boş, içinde tahta
parçaları olan ürperti veren bir
harabeydi. Onların aksine şimdi de iç açıcı çiçek desenli bir evin dış kapısına
geldim. Mardin'in kuraklığı dolayısıyla görünce mutluluk veren birkaç fidan ve
çiçek duruyordu .saksı olarak da
kahverengi , beyaz iki demir bidon ve
yağ, salça tenekesi kullanılmıştı. Merdivenin
yanında düşmeyi engelleyen bir kaç sıra örülmüş mini bir duvar insanlara
oturma, oyun oynama imkanı veriyordu. Sol kolumun üzerinde yukarı giden bir
merdiven ve tam karşımda iki katlı pencereleri kırık harabe kullanılmayan bir
ev. İkinci katın penceresinde duran kahverengi beyaz bir kedi diğer binanın
damına atlamak için bir kaç hamlede bulunsa da aradaki mesafeden korkup
pencereden geri içeri atladı. Aşağı doğru inmeye başladığım kırılmış
merdivenlerden nerdeyse düşüyordum ve zorlukla geçtiğim bu merdivenden
sonra caddeye indim.Şimdi de geniş ve
sokaklardakine oranla bakımlı merdivenlerden otele girdim. Sağdaki
güvenlikçinin oturduğu cam bölmeli odada
konstrüksiyon jürisinden çıkmış bir mimarlık öğrencisinin hemen ilgisini çeken
cam cepheyi tutan spiderler oluyor
haliyle. Avlunun ortasından yukarı çıkan merdivene doğru yürüdüm. İlerde
tavanda gördüğüm metal avizeler Mardin
taşlarına yakışan bronz sarısı renkteydiler. kimisi biraz aşağıda kimisi
yukarıda duruyordu. Merdivenin iki
yanında insanları karşılayan iki küçük çam ağacını selamlayıp ilerledikten
sonra iki tarafa açılan merdiven kollarında şimdi karar verme zamanı. Sağ mı?
Sol mu? Sağ selamettir deyip sağdaki koldan ilerlesem de yukarı çıktığımda sol
tarafın hatırı kalmasın diye oradan devam ettim ve işte Mezopotamya tam karşıda
. Gökyüzünü sarmış kara bulutlar, göğün
ovayla birleştiği yerde aydınlanıp
bembeyaz bir hal almıştı. Yeşillenmiş Mezopotamya toprakları, bulutlar, gökyüzü
ve gökyüzünde tek başına bir hakimiyet
kurmuş cami minaresi... Minarenin indiği yerin iki tarafını saran çay bahçeleri
...Mavi, kahverengi, yeşil sandalyeler, havanın serinliğine inat ceketini
omuzlarına atmış oturan iki genç ve gelip geçen arabalar... Arkamı dönüp
yürümeye başladım ki bir manzara daha işte: Mardin'in bir gerdan gibi uzanan
tarihi kalesi. Yağmur ve kapalı havadan
olsa gerek her zamankinden daha bir kahverengi duruyor. Yamaçlarına indikçe görülen baharı haber
veren yeşiller huzur vericiydi. Bu güzel
manzaraya hayranlıkla bakarken gözüm biraz aşağı kayınca gördüğüm koca tabela tüm bu
güzel atmosferi yerle bir etmişti:
'Mardin Artuklu Üniversitesi Sosyal Tesisi ve Uygulama Oteli'
MANZARA’YMIŞ…
Gökyurt sokak'tan başla diyor elimdeki rota :) kağıttan
başımı kaldırdım ve sokağa baktım aman allahım sağ taraftaki cepheye neden
pencere yapılmış ki.Hiç güneş almıyor.Ama en azından hava giriyor:) Ayaklarımın
altında yavaş yavaş akan su sesi,elektrik tellerinin üzerine konulmuş
güvercin,kuş sesleri,evlerin yüksek olması ve sokağın dar olması beni
titretti.Gözlerimi kapatarak mardini dinleyeyim dedim arkadan bir ses 'pardon
axui' dedi.Galiba mardinin bu sokağı ikimize dar geldi:) Gittiğim her yerde
sanki su bana rotayı veriyordu.Sürekli ayaklarımın altında akıyordu,derken
bende yavaştan terlemeye başladım(keşke dar sokakta soluklansaydım.)Kuş sesleri
ve su bana eşlik ediyor.devam ettim yürümeye,şağımda evlere çıkan dışarda
yapılmış bir merdiven gördüm.Merdivenlerde çocuklar oturuyordu.Merdivenleri
geçene kadar sürekli gölgeydi.Birden güneş yüzüme vurdu.Sıcaklığı tenimi hemen
ısıttı.Fotokopi makinesinden yeni çıktı aldığımız kağıdın sıcaklığı gibi bir
histi güneşin tenimdeki hissi.Ama gözlerim kamıştı birden güneşi görünce. ve
yine gölge aman allahım bu ne yern altına bir tünel mi gidiyor.ve bu bir abbara
:) Abbaraya girmeden önce duvarlardan çıkan tuhaf bitkler dikkatimi çekti.Bitki
türleri genelde yerden yukarıya çıkayor ama bu sefe duvarlardan çıkıyordu.Tuhaf
bitkilerin kokusunu içime çektim.Ayyy başım döndü bu ne koku bu koku sadece
tuvalatte var sanıyordum:) Kokudan sonra abbaraya baktım.Yok ben yanlış
görüyorum.Abbaranın ucunda beyaz ışık gördüm(ahmetlerin sürekli söylediği şey
aklıma geldi: beyaz ışığı görene kadar devam et:) niye anlatıyorsam size
neyse:) Abbaraya girmek için bir kaç merdiven aşağı doğru indim.Elimdeki eskiz
defteri hırçınlaşmaya başladı.aradaki sayflar uçuştu. allahım keşke ayaklarımın
altında sus akmasaydı.Eskizim ıslandı:( yürümeye devam ettim.keşke 1 metre
boyunda olsaydım dedim birden.Belimdeki rotaya bakarak yürürken az kalsın
başımı abbaranın tavanına çarpıyordum.Hafifçe eğilerek merdivenleri
indim.Gittikçe bedenime rüzgar daha da vuruyordu.Ve beyaz ışığı gördüm:) mardin
sanki kuşlar tarafından istila edilmiş her yerde sesleri duyuluyor.İyi de kışın
nerdeydiniz lan:)...Sağ tarafta yürürken başıma su damlası düştü dedim kesin
çocuklar tükürdü kızgın bir şekilde yukarı baktım.Neyseki kızılacak bişi yoktu.Teyze yıkadığı eşyaları asmıştı.güneşin önünde,rüzgarlı alanda kurutmaya bırakmış teyze , zeki teyze:) yürüdüğüm sokak yarısı gölge yarısı güneşliydi.Harabelere yetiştim. İyiki harap olmuş dedim:) bir kaç incir ağacı,dikenli,tuhaf bitkiler vardı.bu sefer koklamayacam:).Harabe bu ağaçlarla canlı duruyordu oysa.Bir teyze arkadan seslendi bana heyyy genç ne yapıyorsun harabe alanda(aman allahım nedir bu harabe alanlardan çektiğim:) ? hocaların verdiğimi bir ödevdir onu yapıyorum dedim.teyze: Allah kurtarsın dedi:)) sağol tontiş teyze:)ama içimden tontiş dedim.harabe alandan çeşme doğru gittim.süpürge sesleri uzaktan geliyordu. bir adam eşekle çöp topluyordu.torbalara koyduğu çöpleri eşeğe yüklüyordu.Çeşmenin önünde eşek başını eğip su içiyordu.çeşmeyi geçerek eşeğin yanından geçerken hızlıca koştum.Çifte atar diye korktum..Abbaraya gir ve manzarayı izle diyordu elimdeki rota.Beklediği manzara bu değildi:(. Manzarayı izlemek için indiğim o kadar rampa, merdiveni geriye doğru çıkacaktım,offf:).
çocuklar tükürdü kızgın bir şekilde yukarı baktım.Neyseki kızılacak bişi yoktu.Teyze yıkadığı eşyaları asmıştı.güneşin önünde,rüzgarlı alanda kurutmaya bırakmış teyze , zeki teyze:) yürüdüğüm sokak yarısı gölge yarısı güneşliydi.Harabelere yetiştim. İyiki harap olmuş dedim:) bir kaç incir ağacı,dikenli,tuhaf bitkiler vardı.bu sefer koklamayacam:).Harabe bu ağaçlarla canlı duruyordu oysa.Bir teyze arkadan seslendi bana heyyy genç ne yapıyorsun harabe alanda(aman allahım nedir bu harabe alanlardan çektiğim:) ? hocaların verdiğimi bir ödevdir onu yapıyorum dedim.teyze: Allah kurtarsın dedi:)) sağol tontiş teyze:)ama içimden tontiş dedim.harabe alandan çeşme doğru gittim.süpürge sesleri uzaktan geliyordu. bir adam eşekle çöp topluyordu.torbalara koyduğu çöpleri eşeğe yüklüyordu.Çeşmenin önünde eşek başını eğip su içiyordu.çeşmeyi geçerek eşeğin yanından geçerken hızlıca koştum.Çifte atar diye korktum..Abbaraya gir ve manzarayı izle diyordu elimdeki rota.Beklediği manzara bu değildi:(. Manzarayı izlemek için indiğim o kadar rampa, merdiveni geriye doğru çıkacaktım,offf:).
Mikail OĞUZ
19 Nisan 2016 Salı
BİNDİK BİR ALAMETE
GİDİYOZ KIYAMETE
Ben ve Zelal
arkadaşım 1. caddeden ilerlerken sinek
cafenin bulunduğu sokağa saptık.Caddeden uzaklaşmamızla birlikte araç sesleri de azalmış, araç seslerin yerini kuş sesi ve
rüzgarda sallanan ağaçların sesi almıştı.Ve artık ara
sokaktayız ,nereye mi gidiyoruz ben de bilmiyorum.Bize verilmiş rotayı takip
etmekle yükümlü bu gençler nereye gidiyordu acaba.(Kafamda deli
sorular...)Yoksa her zaman gezdiğimiz yerlerden mi geçecektik .Kağıdı elimize
aldık ve baktık 4. sokaktan girmemiz
söyleniyordu.Hımm 49. sokak 52. sokak . 54. sokak nerde bu sokak yok böyle bir
sokak yoksa 54. sokak mıydı bu, 5 sayısı unutulmuş muydu?
-Bu sokağa girelim Zelal çizime göre bu sokak olmalı:)
54. sokaktan abbaraya doğru ilerlerken abbara duvarlarında " Melekler seni bana yazmış
" "Yusuf" Mardin"
"Ahmet " "Ömer"
yazılmıştı.Yoksa bizim Ahmet miydi bu?:) Velhasıl yazan kişi gönlüne
göre yazmış.Bir de kişi,yazdığını
vurgulamak istercesine kırmızı sprey
boya kullanmış .İyi de ben bu yazılara bir anlam veremedim.Melekler Yusuf'
u Ahmet'e mi yazmış Ömer'e mi yazmış:)):
Neyse daha fazla saçmalamadan yolumuza devam edelim.Girdiğimiz yoldan emin olamadığımızdan
Zelal ile benim içime korku saplandı ,doğru yolda mıydık acaba ? "Sora
sora Bağdat bulunur" dedik ve
müthiş bir öz güvenle yolumuza devam ettik .İyi de etrafta kimse yoktu, kime
soracaktık şimdi.Ben bunları düşünürken Zelal incir ağacını görmüştü.İncir
ağacının yanına yaklaştım.Ve incir ağacına bakıp "Ah incir ağacı hocamız
incir ağacı derken seni mi kastetmişti.Ne de küçüksün öyle .Ya seni fark
etmeseydik .İç sesimle konuşmaya devam ederken bize doğru yaklaşan ayak
seslerini duydum.Zelal
-Aaa insanlar:)) (Bize doğru iki kadın yaklaşıyordu, nasıl
mutluyuz nasıl! )
-Teyze yakınlarda bildiğiniz bir türbe var mı?( Kadın neden
donmuş vaziyette bana bakıyordu. Kadına yanlış bir şey mi söylemiştim? Neyse ki
gelini konuşmaya başladı."Bu kadın benim kaynanam oluyor. Kendisi buranın
yerlisi, Türkçeyi iyi konuşamıyor.Ne yazık ki bende Mardin' i pek bilmiyorum"
.dedi ve söylediklerimizi kaynanasına çevirmeye
başladı .Kaynanası bilmediğini söyledi (Boşuna dememişler yerlisine
sormayacaksın)Şimdi ne yapacaktık ya yanlış yoldaysak.Bu sessiz sokakta kime
sorabilirdik .Birinin kapısını mı çalmalıydık.Bunları düşünürken kapısı
aralanmış bir ev gördük .Lütfen yardım edin dercesine içeriye mi dalsaydık.Ve
yine Zelalın sesi kulaklarımda
-Aaa bir insancık daha:))( Evet şimdide bir baba ve çocuğu
bize doğru geliyordu.)
Amca, keşke şimdi bize "doğru yoldasınız
evlatlarım" deseydi :).Neden girdiğimiz yoldan emin değildik.Bize verilmiş
çizim mi eksikti yoksa sokaklar mı çok karışıktı derken Zelal
-Amca buraya yakın bir türbe varmış nerede biliyor musunuz?
-Suriye,Suriye
Evet amca Suriyeli çıktı.Onunla anlaşmalıydık Kürtçeye
çevirdim Kürtçe de bilmiyormuş.Arapça'da benzer kelimeler olabilir düşüncesiyle
mezar, ölüm ,türbe demeye başladım nasıl anladı bilmiyorum ama kelimelerimin
arasından "Şeh" dedi "evet evet" dedim .Bizimle beden
diliyle iletişime geçip yolu tarifledi.Amcanın tariflediğine göre doğru
yoldaydık.Zelal ile birbirimize baktık ve kahkaha attık ikimizde durumdan
memnunduk.Hemen ilerde kocaman bir incir ağacı gördük .Yoksa biraz önce
gördüğümüz incir ağacı çizimdeki incir ağacı değil miydi? Tesadüfen
girdiğimiz yol doğru yolmuş.Artık emin
adımlarla ilerledik.Şimdi doğru yolda olduğumuza göre yavaş gitmeliydim.Sokağın
güzelliklerini hissetmeliydim.Zelal yoluna devam ederken ben yalnız başıma
kaldım.Daralıp genişleyen sokaklardan ilerlerken kapılar dikkatimden
kaçmadı.Hepsi bana başka bir şey anlatıyor gibiydi.Hele de bir tanesi vardı
çocukluğumdaki evimizin kapısına benziyordu, oturup inceledim ve çocukluğumdaki
anılar gözümde canlanmaya başladı.Bu kapılardan dışarıya ne de çok
kaçardık.Kapılara çok can borçluyuz .Annemiz bize terliği atarken son anda
kapıya isabet etmesi.Ah! anılarım depreşti.Kaldırın beni burdan.Oracıkta
saatlerce oturup geçmişe gitmek istedim.Karanlık çökmek üzereydi kalktım
yerimden ve yoluma devam ettim.Çocukluk anılarımı düşünmeye devam ederken çocuk
sesleri gelmeye başladı.Adımlarımı
hızlaştırdım ve onların yanına gittim .Hepsi bana bakıyordu .Tabi ki bana bakacaktılar, beni tanımıyorlar çünkü .Sokağın sessizliğini
bu çocuklar bozmuştu.Demek ki bu evlerde hayat vardı.çocuklarda olmazsa sokaklar
nasıl can bulacaktı.Çocukların oyununu bölmüştüm daha fazla dalmalar yaşamadan
oradan uzaklaştım ve başka bir sokağa saptım. Bu sokak fazla rüzgarlıydı ama neden?Gideceğimiz son
noktaya yakınlaşıyordum. Tabi ya yeşillik dolu bir sokaktaydım.Yoksa buna
bahçeli sokak mı demeliydim.Ne kadar da güzel dizayn edilmişti.Çok yaratıcı
fikirler vardı bu sokakta.İnsanları sokağa oturmaya davet eder gibi
koltuklar konulmuştu .Oturmamak ayıp
olacaktı.Oturdum ve etrafıma bakındım ,su depolarından yapılan saksılara, asma
çatıya, o ortamın keyfini mangalla çıkarmaya çalışan dedeye ,sokakta yeşilliğin
arasında oynayan iki kediye, oradan geçerken koltukları fırsat bilip oturan
insanlara bakıp durdum.Bu sokağın diğer sokaklardan farklı bir havası vardı.Son
durağımız bilinçli mi seçilmişti acaba?.Zelal ile buradaki güzelliği
tartışırken güneşin batımına az kalmıştı kalkmalıydık artık. Geri dönmek üzere
yerimizden kalktık yürümeye başladık.Sokağın büyüsüne öyle kapılmışım ki
aradaki bakkalı fark edememişim.Gözüm kapanmıştı kendimi bir anda içerde
buldum.Bakkalın içinde kimse yoktu.Bu bir rüyamıydı .Aman Allah'ım, çocukluğumdaki
abur cuburlar, Tam dokunacakken bir ses ile irkildim.Evet bu biraz önce mangal
yapan dedeydi.
-Kızım bu mahalle fakir, çocuklar için getiriyorum bu abur
cuburları.
Mahallenin maddi durumuna göre mi abur cuburlar
geliyordu.Yazık değil miydi bu çocuklara.Burada amca, gerçekten de çocukları mı
düşünmüştü.Çocukların imkanları sadece bu yiyecekleri almaya mı yetiyordu."Amca
ben biraz incelemek istiyorum".dedim
Ve abur cuburlara dokunup tekrardan çocukluğuma gittim.Ne de
çok şey canlanmıştı gözümde küçük şeylerden mutlu olmayı bilirdik biz.O an bütün
abur cuburlardan alıp eve gitmek ve masamın
bir köşesinde bulunsunlar istedim.Bu
sayede belki bilinç altımdaki saklanmış anılarım canlanabilirdi.Poşeti aldım
elime başladım doldurmaya.Zelal:
-Yeter Dilan, alma şu abur cuburları, ne yapacaksın hepsini.
Biri bana dur demeliydi ,durdum ve seçtiğim abur cuburları aldım. Ama gözüm
arkada kalmadı değil.Her an bakkal yok olacak çocukluğumdaki abur cuburlar
elimden çıkacakmış gibi hissettim.Bakkaldan çok şey alıp az para verdim.Şimdi
bu yazıyı yazarken bakkaldan aldığım abur cuburlara bakarak yazıyorum. O
sokaktan bedenim gitmiş olsada ruhum halen daha orada çünkü oradaki güzelliği
halen daha hissedebiliyorum.
MUTSUZLAR SOKAĞI
Yağmur çiselemeye başlamıştı ,topuklu ayakkabılarının
çıkardığı sesle, taşlı ve ıslak merdivenlerde sağ eliyle tuttuğu eteğini
düşmemek için tutarken gök gürlüyordu.Korkudan nereye sığınacağım diye
düşünürken karşısında duran abbaraya sığındı.Kulağına gelen ezan sesi ile
karışık burnunu hafifçe sağa kaydıran koku etrafını sarmıştı ,
oradan uzaklaşmak
istemişti ama yağmur şiddetini gösteriyordu.Abbara da yağmurun dinmesini
beklerken duvarlarda yazılı damla kelimesi ile yağmur damlalarını daha da derinden hissediyordu ,peki o akan tesisat
borularında su sesi, gök gürlemesi daha
da korkutucu sesler silsilesi ile merdivenlerden aşağı indi, evlerin girinti
çıkıntıları ile yağmurdan biraz sıyrılmıştı.
Sokaklar envai çeşit hayat anlatıyordu, kapı üzerindeki motifler,duvardan
çıkan yeşillikler karşıda duran elektrik direğinden
çıkan okları görüp sağa saptı, sokak boyunca terk edilmiş bir his bürümeye
başlamıştı bedenini ,kimse yok insan yok bu nasıl bir yerdi! burada nasıl
yaşayacaktı , etrafta toprak ,harabe kokusu ile birlikte yol almaya
devam etti yavaş yavaş.Nereye baksa satılık evler, terk edilmiş alanlar bunca terk
edilmişlikler, sokağın sonunda ovaya uzanan geniş bir boşluk ve akan bir çeşme
ile devam ediyordu ve çeşmeden akan su ile yorgunluğunu atmıştı ,kana kana içerek ,sokaktan ilerken
duvarda yazılı mutsuzlar sokağı yazısı şaşırtmıştı ,neden mutsuzlar sokağı bu
kadar güzel bir yerde insanlar neden mutsuz idi diye düşünürken yola koyulmuştu
tekrar , merdivenlerdeki kırık taşların
üstünü kapatan beton yamalardan sızan su, harç, çıplak olan ayağını ıslatmıştı
etraf sessizlik içinde titretiyordu göğü, pencereleri su şişelerinin mavi
kapakları ile vidalayan kapatma usullerini gördükten sonra tekrar ovaya açılan
bir boşluk içinden ,yukarı doğru uzanan merdivenlerde aşkını duvara yazan
gencoların yazısı ,dışarı asılı askılıklar ,kuş sesleri ile karşı karşıya idi .
Kasr-ı Butik otelden
de ilerleyerek çeşmeden geçti.Çeşmeyi geçerken sağ merdivenlerden aşağı inip
dikkatini çeken abbaraya doğru hareket ederken zifiri bir karanlık ile karşı
karşıya kaldı gündüz içinde gece ,sağ ve sol olmak üzere 2 terk edilmiş handan
gelen kapı gıcırtıları onu hana doğru
iterken içinde ne var diye kapı gözünden
baktığında yüksek tavanlı boş terk
edilmiş bir yer görünmüştü gözüne neden her yer terk edilmiş, neden her yer
harabeye bırakılmıştı diye düşünürken
tekrar yola koyulmuştu ,incir ağacını da selamlayıp yürümeye devam etti, yağmur sakinleşmişti oturup etrafı süzmek istemişti
ki karşıda duran evin kapı önü gel burada dinlen der edası ile onu çağırmıştı .Tabanları ağrı içinde zing zong
diye bağırırken ayakkabılarını çıkarıp etrafa baktı, sağ tarafında Abdulkadir geylani derneğini
simgeleyen kubbemsi ikon farklı bir algı oluşturmuştu onda, yüzünü farklı bir
hal almıştı tanımlayamadığı,taş evler arasına serpiştirilen beton yapılar
görüntüyü bozuyordu bunca doğallık arasında ...
tekrar mutsuzlar sokağından ilerlerken etrafını bu sefer
ahır kokusu ile karışık yanmış kelle kokusu ,çocuğuna bağıran anne sesi sarmıştı
sokağın sonunda oturmasını bekleyen koltuğa
doğru ilerledi ve tekrar oturdu karşısında duran yeşil ota insanları bunca güzelliğin içinde mutsuzluğa iten sebep
ne diye sordu?
Keşfedecek Çok Şey Var
Bahar olmalı,
bahara doğan güneşi hissetmeli insan iliklerine kadar. Gözlerini kapattığında
bahar güneşinin ışığı değmeli göz kapağına ve onun ışığıyla aydınlanmalı
karanlığın. Ama bugün yağmurlu bir nisan günü. Pek de sevmem yağmurlu havada
yürümeyi ama koyulduk yola işte. Başladık ana caddeden yürümeye. Bol
merdivenli, dar ara sokaklardan iniyoruz ovaya doğru. Sokakların birinden sola
dönücez birkaç basamak inip üzerinde bir ev bulunan o garip abbaranın altından
geçicez. Daha merdivenlerden inmeden bir atın kişnemesiyle döndük sağımıza.
Sağdaki dükkanların birinde iki adam kahverengi bir atın arkasında durmuş
nalını çakıyorlar sanırım. Arka ayağını kaldırıyorlar atın kendi kuyruğunu
ayağına dolayıp nalı çakıyorlar. İlk kez karşılaştığım bu sahneyi uzaktan
görüntüleyeyim derken daha bir kare bile alamadan nalı çakan amcanın sert
çıkışıyla karşılaşıyoruz. İzin vermiyor fotoğraflamamıza maalesef. Tedirgin
oluyoruz bizde. Merak etmiştik hem de ne olurdu ki izleseydik. Daha tam tanık
olmadan gitmek zorunda kalıyoruz. İniyoruz solumuzda kalan merdivenden,
abbaranın altından geçiyoruz. Yürüyoruz ansızın. At nalını çakan amcadan sonra
çakan şimşeğin sesi, gök gürültüsü de ürperti veriyor içimize. Bir anne ve iki
çocuğu geçiyor yanımızdan. Anne tutmuş ellerinden çocukların koştura koştura
çıkarıyor merdivenlerden yağmur bastırmadan yetişme endişesiyle. Yürümeye devam
ederken yağmurdan dolayı soluklaşmış sarı taş duvarları aşıp adeta özgürlüğüne
kavuşan ağaçlar, otlar ilgimizi çekiyor. Sağımızda bu taş duvarlardan birinin
bize sunduğu incir ağacı, solumuzda incir ağacının tam karşısında birkaç basamakla
çıkılan evin kapısı. Evin yanından sola dönücez. Kocaman bir köpekle
karşılaşıyoruz. İşte yeni bir tedirginlik daha. Bulunduğumuz yere doğru
geliyor. Koşarak çıkıyor sokak boyu uzanan merdivenlerden. İkimizde duvara
yanaşıyoruz iyice. Köpeğe tüm sokak senin olsun dercesine. Usulca geçip gidiyor
yanımızdan neyse ki. Aşağıya iniyoruz köpeğin geldiği yöne doğru. İki yanımız
evlerle kaplı sokak boyunca. Kimisinin ilk katı taş, üst katı betonla yapılmış.
Kimisinin hepsi taş. Sokağın sonunda sağa ve sola ayrılıyor yol. Sağa dönüyoruz
solda kalan yarım abbara çekiyor ilgimizi. Üzeri teneke parçalarıyla kapalı. Yağmur
bastırıyor tam o sırada. Endişeyle yaklaştığımız karanlık abbaralara
sığınıyoruz bu defa. Biraz hafiflemesini beklerken çevremizi izliyoruz
abbaranın altından. Hemen abbaranın çıkışında kalan bir evin saçağına düşüp
etrafa saçılan yağmur tanelerini takip ediyoruz. Yağmur pek azalacağa
benzemeyince devam ediyoruz yolumuza. Merdivenleri inip sola döndüğümüzde yeni
bir incir ağacıyla daha karşılaşıyoruz. Bizim olduğumuz kottan sadece tepesini
görebiliyoruz ağacın. Belli ki kökleri bir alt kota dayanıyor. Dönüp incir
ağacına doğru iniyoruz. Demin üzerinde olduğumuz yolun solundan sokağa doğru
fışkırmış adeta bu incir ağacı. İneceğimiz merdivenin üzerini kapatıyor dalları
ve yapraklarıyla. Kafamızı kaldırıp bu harika yaratılmışlığı izliyoruz bir
süre. Gökyüzü de kadrajımızda. Harika bir yeşil ve sonsuz bir mavi. Onu izlemeye
dalmışken ani hareketlerinden dolayı hep korktuğum kedi koşar adımlarla geçiyor
yanımdan. İrkiliyorum birden yukarıda kalan güzelim incir ağacını unutuyorum. Soldan
devam ediyoruz. Sağımızda kocaman ahşap bir çift kapı. Zincirle bağlanmış
birbirine. Karanlık bir yere açılıyor belli ki. Küçük bir aralıktan bakıyoruz
içeriyi görmeye çalışıyoruz. Karşı tarafta o karanlık koridora hafif bir ışık
veren küçük bir pencere. Bu kilitli kapının ardındakiler meraklandırıyor bizi. Zincirle
bağlanmış iki kapının arasından sıkışarak da olsa içeriye giriyoruz. Üzerimizde
uzanan koca bir tonoz altında kalan koca koridoru kapatıyor. Yıkık, dökük bu
koridorda ilerliyoruz karşımıza ne çıkacağından habersiz endişeli bir şekilde. Işığa
doğru yürüyoruz. Sol tarafımızda dizili birkaç oda ve içlerinden terasa
çıkıyoruz. Karşımızda tüm harikalığıyla Mezopotamya ovası. Arkamızı dönüyoruz. Demin
içine girdiğimiz yapının kocaman bir konak olduğunu anlıyoruz. Cephede odalardan
terasa açılan harika işlemelerle dolu pencere boşlukları. Merakla içeriye
giriyoruz tekrar. İlk girdiğimiz koridorun sol tarafından aşağıya inen çok
küçük bir çift aralık görüyoruz. Eğilip baktığımızda bulunduğumuz kattan daha
aydınlık görünüyor. Küçücük karanlık merdivenlerden koca bir aydınlığa
çıkıyoruz. En az üst kat kadar büyük bir katı daha var konak sandığımız bu
yapının. Yine solda bulunan bir dizi oda bu kattaki balkona açılıyor. Bu defa
balkonun üstü demin çıktığımız terastan dolayı kapalı. İnceliyoruz, kim bilir
kimler, ne zaman neler yaşamış bu harika konakta. Tavanda betonla sıvanmış
tonoz, altında ahşap kapılar var. Balkonun önünü bir ev kapatıyor bu defa. Mezopotamya’yı
göremiyoruz buradan. Anlamaya çalışırken burayı bir kat daha aşağıya inen
açıklığı görüyoruz. Şaşırıyoruz. Daha kaç kat var altında diye meraklanarak
merdivenlere doğru gidiyoruz. Balkondan iniyorsunuz bir alt kata. Birkaç basamak
inip kafamızı uzatıyoruz merakla. Taşlarla dolu bir kat. Üst katlarla aynı
devasalıkta ve yine özenle yapılmış işlemeler var. Sessiz, karanlık, esrarlı
bir kat daha. İnmek istiyoruz ama zeminde bir sürü taş olduğundan vazgeçip geri
dönüyoruz. Aklımız hala buradaki yaşanmışlıklarla meşgul. Konağa ilk girdiğimiz
kata çıkıp gitmeyi planlıyoruz. Çıkıyoruz ve ilk girdiğimizde fark etmediğimiz
bir çift merdiven daha görüyoruz bir üst kata çıkan. Kapını deliğinden ilk
baktığımızda asla böyle bir büyüklükle karşılaşacağımızı tahmin bile
etmemiştik. Üst kata da çıkmak istiyoruz merdivenlerin sonu kapıyla
kapatıldığından bu efsanenin bir üst katını göremiyoruz ne yazık ki. Çıkış için
kapıya doğru gidiyoruz artık. Tam girişin sağından aşağıya inen su kuyusunu
görüyoruz. Adeta tarihin içinden geçip gidiyoruz. Vakit geç olmadan çıkıyoruz. Muhteşem
bir heyecan oluyor bizim için. Herkese göstermek, herkesi tanık etmek istiyoruz
yaşanmışlıklarla dolu bu konağa. Kim bilir daha neler gizlidir sadece dışardan
gördüğümüz ahşap kapıların ardında ve bu şehirde.
17 Nisan 2016 Pazar
leylak
bugün mezapotamya çay bahçesinde sahibi orada oturan her kadına birer leylak verdi. mis kokulu leylaklar açmış bahçesinde bilmem gördün mü? mardin'de baharın geldiğini anlamazsın derler. hem de nasıl anlıyorsun.
16 Nisan 2016 Cumartesi
Emanet mont
Kimisi yıkık dökük, kimisi restore edilmiş dar, taş blok sokakların
arasından geçerek Cumhuriyet meydanının on
basamak aşağısındaki Pazar yerine vardı Hülya.. ilkbaharın saat başı hava değişikliklerinden dolayı montunu adeta bir emanet gibi taşıyordu.Pazar
yerinden elli metre aşağı inerek Tatlıdede konağının önüne geldi.Etrafına iyice
bakıp durdu.Mardin’in sokaklarına kolay kolay araba girmiyordu ; hatta bazen insanlar bile
bazı sokaklarda zor yürüyordu.Evler insanların üstüne üstüne geliyordu s
sanki.Konağın önüne geldiğinde dört araba vardı.Bir tanesi dört metre
genişliğinde siyah korkuluklu konağın avlusuna parketmişti.Araba demişken bir
diğer taşıt eşekler…Ancak eşekler bu dar
sokaklara girebiliyordu.Burdan ikide bir sırtında birkaç torba ile eşekler
geçiyordu.eşeği süren adam bağırarak eşeğe kızıyordu daha hızlı yürümesi
için.Bununla birlikte eşeğin sahibi eşeğe kamçı vuruyordu.Eşek kamçının acısını
hissettiği gibi zıplıyordu ve koşmaya başlıyordu , koştukça boynunda asılı
duran küçük zillerden sesler çıkıyordu.Bu
sırada Hülya’nın emanet montu birden yere düştü.Hülya bir çırpıda montu
alıp iki defa sirkelediği gibi beline
atarak bir düğüm attı kollarına.Zavallı
Hülya meydanda gösteri yapıyormuşçasına herkesler ona bakıyordu.Bir adam Hülya’nın
yanına yaklaşarak “ne çiziyorsun iğti” diye sordu.Bıkmış bir tavırla adama bakıp mimarlık
fakültesinden geliyoruz buralara yeni
projeler yapmayı düşünüyoruz dedi..”hıııı ne güzel ne güzel Allah yardımcınız
olsun” deyip bir kartvizit uzattı
.Meğerse dişçiymiş adam ..Ne zaman bir diş sorununuz olursa yanıma gelin
diyordu dişçi.Hülya kartı alıp tesekkür ve
memnuniyetlerinden sonra Cumbalı eve yöneldi.Değişik bir yapıydı Mardin
için doğrusu ,Mardin’ de tekti böyle bir ev herhalde.Tek cumba vardı ve
cumbanın etrafında siyah korkuluklu pencereler..Onun altında da Mardin’in
gelenksel tonozlarından vardı.Hülya burayı inceledikten sonra sağ alt taraftaki
sokağa yöneldi.Sokağa girdiği gibi , sağ tarafta yine Mardin’de az rastlanan koca bir çam ağacı
belirdi..Dalları sokağa saçılmıştı.Hülya devam etti yoluna .Önüne yaklaşık 40
basamaklık bir merdiven çıktı.Şu yürürken topal
hissettiğiniz ,sonu gelmeyen, biri yüksek biri alçak derken sokak birden
daralmaya başladı ve birden sonu
görünmeyen mavi ile yeşilin karışımı
sonsuzluğa uzanıyor hissi uyandıran mezopotam ya ovası belirdi.Tabi ova
göründüğü gibi ; birden soğuk bir rüzgarda esmeye başladı.Hülya belinde duran
montu çözerek giydi ve fermuarını hava almaycak şekilde boğazına kadar kapattı…Bu rüzgar sokak başında çok gürdü.Sanki
aşağıdaki çeşmenin, küçük meydanın,
harabe binanın ve ovanın tüm rüzgarını toplayıp buraya boşatıyordu.Rüzgarın
sesine ; ağlayan küçük bir çocuğun sesi de ekleniyordu.Dar sokağın başındaki duvarın dibine oturmuş , başını
eliyle kapatarak ağlıyordu.Hülya yanına giderek “neden ağlıyorsun ablacığım”
diyerek çocuğun başını okşuyordu.Çocuktan hiç yanıt çıkmayınca Hülya kalkıp tekrar etrafına bakınmaya
başladı.Kahverengi boyalı , yeni cilalanmış, parlak kapıdaki tokmağa
baktı.Tokmak ördek biçimindeydi.Ördeğin kafası aşağı bakıyor ve kapı
çalındığında ,ördeğin göğsü kapıyı çınlatmaya yardımcı oluyordu.Ordan çıkıp
tekrar topallaya topallaya basamakları inmeye başladı.Sol tarafında yeni
tomurcuklanmış bir incir ağacı , yüksek duvarları olan bir avludan dışarı
saçılıyordu.Bu avlunun dik duvarlarında otlar da bitiyordu. Malum yetişecek yer pek az her yer
taş, toprak çok az…Derken Hülya beş basamak daha topallayıp aşağı indi ve sağ
tarafına baktı.Tatlıdede konağının paslanmış demir kapısı ve her iki tarafında
da bir karış yüksekliğinde kutu gibi dört tarafı cam kahverengi
aydınlatma lambası vardı.Bunlara eşlik
eden ince ustalıkla desenleri işlenmiş
kapıyı kaplayan kemer vardı.kemerin her iki tarafında da ikişer ayağı
vardı..Buraya da şaşkın şaşkın baktıktan sonra aşağı indi ve sol taraftan
kıvrıldı.Mezopotamya artık tüm görkemiyle karşısındaydı.Her yer ayaklarının
altındaydı.Bir nebze dinen rüzgar tekrar esmeye başlamıştı.Rüzgar Hülya’nın sol
tarafındaki üç katlı beyaz binanın
ikinci katındaki çardaktaki sarı tenteyi uçuracakmış gibi
esiyordu.Çardağın altında çıkma şeklinde bir balkon vardı.Balkonu ayakta tutan,
boru gibi görünen betonarme kolonlar vardı.Aşağı kısımda yere basan kolonun
hemen yanındaki kapı; harabe , terk edilmiş gibi görünen bir evin avlusuna
açılıyordu.Avludan merdivenle ikinci kata çıkılıyordu.Burda , oturup ovayı
seyreden iki yaşlı kadın vardı.Ev gibi
onlarda terk edilmiş hissi uyandırıyordu.Bu evin beş basamak topallamakla
aşağısında yine bir merdiven vardı.bu merdiven yokuşa ters; bu sefer bir eve
çıkıyordu.Avluda yeşermemiş dallı budaklı nar ağacı vardı.Bu binalarla birleşen
uzun merdivenlerin sağ tarafında yine kocaman bir harabe vardı. Bir ev
yapılmaya çalışılmış gibi , duvarları örülmüş fakat tavanı olmayan bir ev…İçi
taş, toprak ve çöple doluydu.Bu harabe gizemli gelmişti hülyaya Oranın içine
girmeye karar verdi ve sokaktan biraz
daha topallayarak sağa döndü .çeşme bölümüne….Bu küçük sokakta birkaç
basamak aşağı indiğinde su sesi gelmeye
başlamıştı.Hülya’nın sol tarafında bir çeşme varmış ama henüz
görmemişti.Çeşmeni sağı, solu, üstü,altı ve arkası kapalıydı; sadece ön kısmı
açıktı.Bir kutunun sadece ön cephesini çıkarıp içine çeşme koymuş gibi….Hülya
buraya yaklaştı..Çeşmede balık
temizleyen eşarplı hızmalı bir kız vardı. Hülya kızın fotoğrafını çekmek istedi fakat kız izin vermedi.Hülya da
sadece balıkların ve çeşmenin fotoğrafını çekti.Kıza teşekkür ederek tekrar
harabe binaya girmek için yöneldi.Önünde betonun içine yerleştirilmiş , iki
karış topraktan beslenen üç metre boyu olan yeni tomurcuklana n bir dut ağacı
belirdi. Merdivenleri devam ederek indi fakat harabaye giremedi..Geri dönmeye
karar verdi.Çeşme sokağı iki kola ayırmıştı.Hülya merdivenlerden bu defa yukarı
doğru çıkıyordu.Topallamayı bırakıp bu defa yaşlı insanlar gibi yürüyordu.Başını önüne eğmiş ,
sırtı azıcık kamburlaştırarak merdivenleri çıkıyordu..Sokağın başına geldi;
çeşmenin ikiye ayırmış olduğu sokağın başına…Sağ tarafa yöneldi.Bu sakakta sadece gökyüzü görünürdü.Hülya biraz
daha ilerledi ve bir dükkanın önüne vardı..Dükkan ile sokağın diğer ucuna
uzanan beyaz bir sac buranın üstünü
kapatıyordu.Bunun altından geçerken sadece arkanızda kalan şeyleri ve öndeki
siyah ve sarı renkli korkulukları
görüyordu.Bu korkuluklar sokağın sağ tarafını kapatıyordu..insanların
düşmemesi için..Bu korkulukların tam önüne geldiğinde tekrar bir sonsuzluk belirdi ve onun önünde
de üst üste yerleştirilmiş evler adeta bir vadi şeklinde dizilmişlerdi.
Hülya sıkılmaya başlamıştı…
Cemal akşam oldu gidelim mi ?
Cemalde sıkılımaya başlamıştı.
E hadi gidelim…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)