10 Mayıs 2016 Salı

GİZEMLERİN BAŞKENTİ





Bir varmış, bir yokmuş.Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde...Pire berber iken,deve tellal iken,ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken.Tıngır elek, tıngır felek demişler,bu masalı şöyle anlatmışlar..Yeri bilinmeyen bir şehir varmış.Bir orda, bir buradaymış.Yerini, adetlerini, gelenek göreneklerini,insanlarını sadece orda yaşayanlar bilirmiş.

Bu şehre dışarıdan kimseler giremiyormuş..Yeri belli olmayan bi yere nasıl girilebilirdi ki ?Buraya girebilen insanları ,canlıları, cansızları.. bugüne kadar ne gören olmuş, ne de duyan…Çok görkemli bir şehirmiş.insanlar burayı o kadar çok merak ediyormuş ki , bi daha evine dönmeme pahasına da olsa gitmek ve orda yaşamak istiyorlarmış.Hanları , hamamları, sarayları, camiler,kiliseleri,çarşıları,birbirinden güzel evleri varmış.Öyle bir titizlikle inşa edilmiş ki hiçbir ev diğer evin güneşini kapatmıyormuş.Bu evler yazları serin, kışları sıcak tutuyormuş.Bu şehir bir dağın yamacına kurulmuş.Evlerin sırtı dağa yaslanmış ve önü sonsuza uzanan, deniz misali bir ovaya bakıyormuş.Evler hep üst üsteymiş ve bu evlerin altını hilal gibi yaran sokaklar geçiyormuş.Her yer taşla örülmüş bu şehirde ; fakat bişeyleri belli ki unutmuştular.Yeşili , ağacı ,gölgeyi..Nasıl unutulabilirdi ki? Buranın halkı hemen çözüm bulmaya çalışmışlar.Fakat çözüm bulmakta oldukça zorlanmışlar.Yıllarca bir tek ağaç bile olmadan yaşamışlar.Buranın toprağı bildiğimiz kırmızı toprak değildi.Kireç taşı gibiydi ama değildi..Ağaçlar yetişmiyordu bu topraklarda.Şehri inşa ettikten yarım asır sonra ağaçlar , bitkiler adeta biz neden yokuz burada dercesine taş duvarlardan, yerlerden,evlerin damından yeşermeye başlamış..şehir yeşile kavuşmuştu adeta , güzelliğine güzellik katmıştı yeni baştan.Taş duvarların arasından bitkiler tel tel çıkmıştı.sarkıyordu her yerden.

Eee size bu şehrin ismini söylemedim.İsmi de kendisi kadar güzelmiş Mardin deniyormuş bu şehre…Dedim ya yeri belli değilmiş bu Mardin’in.Önceden ovaya bakmıyormuş bu şehir.dağın yamacında değildi.Mezopotamya ovasında imiş Mardin.Daha sonradan Mezopotamya ovasına bakan bir dağın yamacına taşınmış.Tüm bu şehir nasıl taşınır ,kim taşıyor mu dediniz ? 

Hocai Hızır denen bir adam varmış burada bilirmisiniz.. Hocai Hızır melekti.Allah’ın meleğiydi..O zamanda Mardini yapıyordu ,taşıyordu, uğraşıyordu. Allah göndermişti..Bi baktın yaşlı bir adam çıktı..Biri ordakilere zarar verdiğinde , dara düştüklerinde , sıkıntıya girdiklerinde Hocai Hızır yetişirdi onlara.Hoca ve melekleri, gecenin bir vakti herkes yatağında mışıl mışıl uyurken şehri taşırmış.Sabah bi baktıklarında karşılarında sonu olmayan bir yer..Bi kaç günlük sevinç ve şaşkınlığın ardından insanlar tekrar işlerine koyuluyormuş.Hoca Mardin’i dağ yamacına taşıdıktan sonra insanlara su getirmek için kalede kuyular kazmış.Bu kuyularda toplanan suları yerin altından kanallar açarak şehir içindeki çeşmelerle buluşturmuş.Kale demişken , hiçbir şehir kalesiz olamazdı.Bu kale şehri koruyordu, dışarıdan birilerinin içeri girmesini engelliyordu.Bu kaleye kimse çıkamıyormuş.Hoca Hızır ve askerleri , melekleri sadece çıkabiliyormuş onlarında tabi kanatları var…Ve burayı da hocanın askerleri koruyormuş.Zaten hocai Hızır buralardan gittikten sonra şehir asırlardır yerinde bekliyor.Her şey bozulmuş düzeni bozulmuş.Artık herkes istediği zaman gidip gelebiliyor buralara.

Hocai Hızır zamanındayken her yerde olduğu gibi buranın da çeşitli adetleri gelenek görenekleri varmış.Çoğusu hala da sürmekte.Bazen gelenek göreneği geçelim de çeşitli enteresan olaylarda olabiliyordu.Örneğin gece yarısı abbaraların kapanması gibi..Gecenin bi vakti abbaranın içinden geçen insanların üzerine abbara kilitlenebiliyormuş.İnsanlar sabaha kadar içinde kalmak zorunda kalıyormuş.Gel de keçileri kaçırmasınlar…Bir gelenekleri de şöyleymiş: Arpacık çıkınca tuvalette süpürgeyle dans ediliyormuş..Bu insanlara deli diyebilirsiniz fakat gerçekten de geçiyormuş…Burdaki insanları ne akrep ne de yılan ısırmaya cesaret edebiliyormuş.Çünkü büyüsü var bunun.Zinciriye medresesinin iki büyük kubbesinin bir tanesinden ulu camiinin minaresine uzanan bir zincir varmış.Bu zincir Yılanların ve akreplerin zehrini topluyormuş.Bu zincirler bir yılanın zehrini öyle bir almış ki ,derisinin yarısını bile çekmiş..Yılan kaleye çıkmış gizlice ve acısından kendisini kuyuya atmış.Acısı günden güne azalıyordu ve küçük küçük ayakları çıkmaya başlıyordu.Koca kuyunun derinliklerinde gün geçtikçe büyüyordu ve balık gibi pulları da çıkmaya başlıyordu suyun içinde.Acısı iyice dindikten sonra kuyudan çıkıp kalede saklanmıştı aylarca.Tüm olan biteni yukardan seyredip anlam vermeye çalışıyordu.Ovayı seyrettikçe gözleri irileşiyordu.Gözleri irileştikçe saçları da çıkmaya başlıyordu.Sapsarı saçları vardı.Artık bu yılan gözleri ve saçları belirmeye başlıyorken kaşları , burnu , ağzı ve çenesi de yavaş yavaş belirmeye başlıyordu.Yarısı korkulası bir yılan ve yarısı da muazaam güzellikte bir kız oluvermişti.Bu yılanı sadece birkaç insan tek görebilmişti ve o günden sonra delik delik, kıytı köşe neresi varsa arıyordular.Ona “şahmeran” ismini vermiştiler; yılanların şahı… hocai hızırdan sonra artık kalenin ve Mardin in yeni sahibi şahmerandı…



O günden itibaren şahmeran ve Mardin halkı Hocai Hızırsız yaşamaya devam etmiş…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder