Bir varmış bir
yokmuş, zamanın birinde kimsenin evinin kimsenin güneşini kapatmadığı bir
şehrin kalesinde bir kral ve kızı Anuş yaşardı. Kralın kızı bir gece bebeğinin
beşiğini tıngır mıngır sallar iken geçmişe gitti gözleri. Sarayda telaşlı bir
gün, hizmetçiler koşturuyor, yemekler yapılıyor, avlu hazırlanıyor. Anuş da bu
kalabalığın arasında neler olup bittiğini anlamadan meraklı gözlerle babasının
odasına koşmuş. Üç kere kapıyı tıklatmış. Hizmetçiler kapıyı açıp onu içeri
almışlar. Olan bitenin sebebini sormuş babasına. Kral kızına onu bugün şehrin
ileri gelen ailelerinden birinin oğlu olan Aramla nişanlayacağını söylemiş.
Herkesin hayranlıkla baktığı, takdire şayan bir genç olan Aram’ın iyi bir insan
olduğunu anlatmış. Anuş her şeyden bihaber olduğu yerde donup kalmış. Gözünün
önüne çok sevdiği Arinle geçirdiği zamanlar gelmiş. Sokakların nerede çıkıp
nerede bittiğini bilmeden, zamanın nasıl geçtiğini anlamadan gezerlermiş. Mezopotamya’yı
seyre dalarlarmış birlikte. Kral geçmişe dalıp giden kızına seslenmiş tam o
anda “Anuş, kızım nereye daldın, tüm şehir halkı davet edildi, herkes merakla
bugünü bekliyor, git ve akşam için hazırlan şimdi” demiş. Gezindiği o güzel
günlerden bu acı güne dönmek istememişti. Evlenmek istemiyordu onunla fakat
babasına hiçbir şey söylemeden ağlayarak odasına koşmuş. Akşama doğru
hizmetçiler gidip Anuş’u nişan için hazırlamışlar. Halk sarayın avlusunda
toplanmaya başlamış yavaş yavaş. Çok güzel bir şekilde hazırlanan Anuş nişan
için üzgün bir şekilde çıkarılmış halkın önüne. Herkes hayranlıkla bakmış ışıl
ışıl parlayan bu güzele. Herkesle birlikte Aram da ilk defa Anuş’u görmüş. Görür
görmez aşık olmuş bu güzele. Anuş ise merakla sevdiğini aramış kalabalığın
arasında. Eğlenen insanların arasında çok üzgünmüş o da Anuş gibi. Anuş’a olan
aşkından değil şan, şöhret, para bürümüş onun gözünü tüm bunları kaybedeceği
için üzgün ve sinirliymiş. Anuş ise ona olan sevgisinden bu halde olduğunu
sanıyormuş hep. Sofralar kurulmuş, yemekler yenmiş, herkes eğlenmiş geç vakit
olana kadar. Nişan bittikten sonra odasına geri götürülmüş Anuş. Yatağına
uzanmış hıçkıra hıçkıra ağlayarak uyuya kalmış. Kalbi sıkışmış, ruhu daralmış
ve ayrılmış bedeninden bir süreliğine. Anuş aylarca uyanmamış bu acı uykudan.
Kral çok korkmuş bütün dünyaya haber salmış, bütün hekimleri toplamış, hiç
kimse kızını uyandıramamış. Tüm şehre hüzün çökmüş. Sessizliğe bürünmüş her
yer. Şehrin dar olan sokakları daha da daralmış, sıkışmış sıkışmış. Çeşmelerden
akan sular taşmış abbaralara dolmuş, boğulmuş şehir. Kararmış Mezopotamya,
kararmış Mardin. Anuş uykudayken bedeninden ayrılan ruhu ilk önce sevdiği adam
Arin’in yanına gitmiş. İzlemiş onu aylarca. Haberi olduğu halde Anuş’u hiç
merak etmediğini görmüş. Sevgisinin sahte olduğunu sadece para, şan, şöhret
için onunla olduğunu anlamış artık. Babasının evlendirmek istediği Aram’a
gitmiş daha sonra. Aram’ın her gün gidip başucunda beklediğini görmüş. Onun
için ne kadar üzüldüğünü o uykudayken acıdan Aram’ın uyuyamadığını görmüş. Asıl
onun sevgisinin gerçek olduğunu anlamış böylece. Güz zamanı uyuyan Anuş
ilkbaharın gelmesiyle nefes almış bir daha kapatmamak üzere açmış gözlerini.
Kuşların cıvıltısıyla, baharda açan güllerin kokusuyla, mutlu çocukların
sesiyle uyanmış. Aylarca yanında bekleyen Aram’ın aşkıyla uyanmış. Gözlerinin
açar açmaz bu güzel bahar gününde gerçekten seven Aram’ı görmüş yanı başında.
Kral sevinmiş çok şükretmiş. Hem kızının uyanmasının şerefine hem de Aramla
evlenmesi şerefine 40 gün 40 gece düğünler yapmış. Birden beşikte ağlayan
bebeğin sesiyle irkildi Anuş. Yüzünde mutlu bir tebessümle şimdiye döndü. Ve yine
mutlu mesut gerçek sevgiyle yaşamaya devam ettiler.
11 Mayıs 2016 Çarşamba
HOCA-İ HIZIR EFENDİ
Çok eski zamanlarda Mérdin diye bir köy varmış. Kocaman ağaçların
olduğu, etrafından suların aktığı, kuşların hep öttüğü bir yermiş.
Hatta oradaki köylüler burada ilkbaharda nefes alan bir daha ölmez
dermiş. Çünkü ilkbaharda adeta cennet gibiymiş burası ve cennete
giden tekrar ölmez derlermiş. Daha sonra ise bu köyün olduğu ülkede
savaş çıkmış. Mérdinde ilk işgal edilen yerlerden olmuş. Askerler o
güzelim ağaçları yakmışlar, dereleri kurutmuşlar. Bir çok evi
yıkmışlar kalan evler ise harabe olmuş. Bir sürü insan savaştan ,
açlıktan ve hastalıktan ölmüş. Yıllar sonra savaş bitmiş.
Köylüler Allaha çok yalvarmış, yardım istemiş. Halkın
imdadına Hocai Hızır Efendi yetişmiş. Bu zat 5 metre boyunda,
bembeyaz yüzlü, sürekli beyaz giyinen, masmavi gözlü oldukça
heybetli bir zatmış. Kocaman ayakları, upuzun bacakları ve
kolları varmış. Uzaktan bakınca camii minaresini andırıyormuş.
Bu heybetli zat halka yardım için gönderilmişti. Hocai Hızır
Efendi halka ilk önce su getirmiş. Hocai Hızır Efendinin 40
tane yardımcı cini varmış. Bu cinler ilk önce su kuyuları
kazıp mahallenin içine kadar suyu getirmişler. Bu sular o
kadar güzel o kadar serinmiş ki içen insan bir an cennete
zemzem suyu içtiğini sanırmış. Hocai Hızır Efendi daha sonra
insanlara yiyecek ekinler yetiştirmiş. Buğdaylar ekmiş. Onun
ektiği buğdaylar 3 günde yetişirmiş. Sapsarı uzun
buğdaylarmış. Tüm Mérdini sapsarı bir renge boyamış bu
buğdaylar. Merdinin güneşinde altın gibi parlıyormuş bu
buğdaylar. İnsanlar buğdayları haşlayıp yemeye başlamışlar.
Yedikce canlanmışlar. Daha sonra ise insanların barınması için
ev yapmış. Sapsarı eğri büğrü taşları yontmuşlar. Aralarına
siyah harç sürüp üst üste koymuşlar taşları. Hocai Hızır
Efendinin yaptığı evler o kadar muazzammış ki insan onun
yaptığı evden çıkmak istemiyormuş. Evleri öyle güzel
yerleştirmiş ki kimsenin evi kimsenin güneşini kapatmazmış.
Her evin yanında kesme taştan yapılmış bir çeşme varmış.
Çeşmenin yanında ise merdivenler varmış. Kadınlar su sırası
beklerken bu merdivenlerde oturup Hocai Hızır Efendiye dua
edermiş. Hocai Hızır Efendi köyde ne kadar kötü niyetli
uğursuz varsa toplayıp nasihat verirmiş. Onları hizmete
çağırırmış. Onu dinlemeyip huzuru kaçıranları da cinleri hapse
atarmış. Onun hapishanesi devasa yükseklikteymiş. kimsenin
atlayamayacağı kadar yüksek duvarlarla çevriliymiş. Büyük
pencereleri varmış ama hiç bir mahkum kaçamazmış. Onların
kaçacağı sırada kapı duvar olurmuş. o devasa pencereler de
duvar olurmuş. Onun sayesinde o kadar huzurlu bir köy olmuş ki
Merdin insan kendini cennette sanıyormuş.
Mehmet Emin YAVUZ
olduğu, etrafından suların aktığı, kuşların hep öttüğü bir yermiş.
Hatta oradaki köylüler burada ilkbaharda nefes alan bir daha ölmez
dermiş. Çünkü ilkbaharda adeta cennet gibiymiş burası ve cennete
giden tekrar ölmez derlermiş. Daha sonra ise bu köyün olduğu ülkede
savaş çıkmış. Mérdinde ilk işgal edilen yerlerden olmuş. Askerler o
güzelim ağaçları yakmışlar, dereleri kurutmuşlar. Bir çok evi
yıkmışlar kalan evler ise harabe olmuş. Bir sürü insan savaştan ,
açlıktan ve hastalıktan ölmüş. Yıllar sonra savaş bitmiş.
Köylüler Allaha çok yalvarmış, yardım istemiş. Halkın
imdadına Hocai Hızır Efendi yetişmiş. Bu zat 5 metre boyunda,
bembeyaz yüzlü, sürekli beyaz giyinen, masmavi gözlü oldukça
heybetli bir zatmış. Kocaman ayakları, upuzun bacakları ve
kolları varmış. Uzaktan bakınca camii minaresini andırıyormuş.
Bu heybetli zat halka yardım için gönderilmişti. Hocai Hızır
Efendi halka ilk önce su getirmiş. Hocai Hızır Efendinin 40
tane yardımcı cini varmış. Bu cinler ilk önce su kuyuları
kazıp mahallenin içine kadar suyu getirmişler. Bu sular o
kadar güzel o kadar serinmiş ki içen insan bir an cennete
zemzem suyu içtiğini sanırmış. Hocai Hızır Efendi daha sonra
insanlara yiyecek ekinler yetiştirmiş. Buğdaylar ekmiş. Onun
ektiği buğdaylar 3 günde yetişirmiş. Sapsarı uzun
buğdaylarmış. Tüm Mérdini sapsarı bir renge boyamış bu
buğdaylar. Merdinin güneşinde altın gibi parlıyormuş bu
buğdaylar. İnsanlar buğdayları haşlayıp yemeye başlamışlar.
Yedikce canlanmışlar. Daha sonra ise insanların barınması için
ev yapmış. Sapsarı eğri büğrü taşları yontmuşlar. Aralarına
siyah harç sürüp üst üste koymuşlar taşları. Hocai Hızır
Efendinin yaptığı evler o kadar muazzammış ki insan onun
yaptığı evden çıkmak istemiyormuş. Evleri öyle güzel
yerleştirmiş ki kimsenin evi kimsenin güneşini kapatmazmış.
Her evin yanında kesme taştan yapılmış bir çeşme varmış.
Çeşmenin yanında ise merdivenler varmış. Kadınlar su sırası
beklerken bu merdivenlerde oturup Hocai Hızır Efendiye dua
edermiş. Hocai Hızır Efendi köyde ne kadar kötü niyetli
uğursuz varsa toplayıp nasihat verirmiş. Onları hizmete
çağırırmış. Onu dinlemeyip huzuru kaçıranları da cinleri hapse
atarmış. Onun hapishanesi devasa yükseklikteymiş. kimsenin
atlayamayacağı kadar yüksek duvarlarla çevriliymiş. Büyük
pencereleri varmış ama hiç bir mahkum kaçamazmış. Onların
kaçacağı sırada kapı duvar olurmuş. o devasa pencereler de
duvar olurmuş. Onun sayesinde o kadar huzurlu bir köy olmuş ki
Merdin insan kendini cennette sanıyormuş.
Mehmet Emin YAVUZ
الجني الصغير من ماردين
كان يامكان في قديم الزمان وسالف العصر والآوان كانت هناك مدينة وجدت في أجمل بقاع الأرض حيث يخبئ الغروب الشمس وراء الجبال قبل أن تبدأ طقوس المساء في المدينة بشكل ساحر ..
ماردين المدينة العريقة الملقبة ببلاد مابين النهرين بنيت بشكل فني ساحر ،، حيث تجعل الناظر يخلط بين الشك واليقين هل قام ببناء هذه المدينة إنس أم جان ؟ حتى وإن كان الجواب في الواقع أن الانس من قام ببناء المدينة إلا أنه من اليقين أن للجن لمساته في هذه الأبنية .. فكيف للمنازل أن تبنى بعضها فوق بعض بدأً من قمة الجبل حتى أسفلهِ كثوب عروس تتربع على عرش الجمال وفي عنقها سلسلة من اللؤلؤ ..
كل حجر في هذه المدينة يحمل سراً ولِكَون هذه الأسرار ثمينة وجدت أربعة أبواب لدخول المدينة تمنع الغرباء من دخولها لكنها لم تمنع الجن من دخول المدينة والعيش فيها .. حيث إتخذ الجن من هذه المدينة ملجأً لهم ..
من سحر هذه المدينة أن لكل خطوة توجد نغمة وكأن الأرض رُصفت بآلآت موسيقية بدلاً من الحجارة .. الأزقة هنا ليس لها نهاية كما أنها لا تملك بداية ! كل شيء ساحر وجذاب ، هنا تفترق الروح عن الجسد ، تتلاشى الحواس ويفقد الزائر لهذه المدينة نفسه ..
لا يدري عن ماذا يبحث .. ضائع تائه ،، هل جاء ليبحث عن قبر له ؟! أم جاء ليفقد نفسه بين زحام الآلحان الصادرة من حركة خطواته .. يشعر بالضياع ,الأزقة تملئها العبارات المظلمة .. ياللهول!! حتى العبارات لها أوتاراً تجذبه ُ إليها بالرغم من خوفه ومن ظلمتها ،، تجذبه وهي تخبره أن في نهايتها هناك ضوء .. ولكن كيف سيجد الضوء في النهاية التي لا وجود لها ؟ ..
لا يمكن أن تبنى مدينة كهذه من قبل البشر .. الآن أصبح يوقن بأن الجن هم من وضع أحجار المدينة حجراً حجراً ..
في القمة توجد قلعة .. هي للناظر قلعة لكنها في الواقع سلسلة من اللؤلؤ الخالص .. في أسفل القلعة يوجد عدد من الآبار التي من جوفها تتوزع المياه لكل حي من أحياء المدينة عبر نافورات صغيرة حيث يوجد واحد وثمانون نافورة منتشرة في المدينة .. ياللروعة !! عمل متقن بطريقة عجيبة .. لا عجب أن يُنظر لهذه النافورات بطريقة غريبة حيث لا يوجد في أي بقعة من بقاع الأرض نافورات من عمل الجن إلا هنا في أزقة السحر والجمال في شوارع مدينة الإنس والجان ماردين ..
للجن هنا صفات متناقضة حيث يعملون على تقديم المساعدة للبشر وفي الوقت ذاته ينفرون البشر منهم ويقومون بتخويفهم .. في يوم من الأيام تفاجئ أحد صغار الجن من مساعدة أهله للجنس البشر .. فأتخذ قرار الخروج للإستكشاف والبحث في عالم البشر ،،
أثناء عملية إستكشافه شاهد مجموعة من الناس يتبادلون الحديث جوار أحد النافورات .. توقف لبرهة يبحث عن طريقة تساعده للتعمق أكثر في العالم الأخر وفي تلك اللحظة أثناء تفكيرهِ, أحد الأشخاص المتواجدين أمامه نهض فجأةً وأسرع راكضاً نحو أحد العبارات المظلمة .. تتبعه الجني الصغير وقد نهشه الفضول حول سبب إرتباك الرجل وركضهِ بهذه السرعة .
دلف الرجل الى اأحد المنازل وخلفه الجني الصغير .. كان هنالك طفل مستلقي على الأرض وصوت بكائه يتردد في أرجاء المنزل بشكل مزعج ،، وبالرغم من محاولة الرجل وزوجته على تهدئته إلا أنه إستمر بالبكاء ،، قرر الجني الصغير مد يد العون لإسكات الطفل وتهدئته فتلبس بأحد القطط المتجولة في فناء المنزل وذهب للترفيه على الطفل الباكي وإيقاف بكائه المحزن ،، توقف الطفل عن البكاء وبدأت الإبتسامة تتخلل تعابير وجهه .. هنا إغتنم الأب الفرصة وقام بحمل الطفل الى أسرهِ ،، كرسي ذو عجلات متحركة تساعد الطفل على الحركة من ركن الى آخر .. طفل يبلغ من العمر ما يقارب الثالة عشر عاماً يعاني من إعاقة في تحريك أقدامه ،، تأثر الجني الصغير عند رؤيته لهذا المنظر فقرر أن يصبح صديقاً لهذا الطفل وأن يأتي لزيارته غداً وبين الحين والآخر ..
عاد الجني الصغير الى عالمه .. مرت الثواني والدقائق والساعات ولم يفارق الطفل خيال الجني .. أشرقت صباح اليوم التالي بذات المنظر الآسر لشروقها اليومي ،، أسرع الجني الصغير لزيارة صديق الأمس ولكن عند وصوله لذلك المنزل فوجئ بعدم وجود الطفل ،، قام بالبحث عنه في غرف المنزل لكنه لم يجده ،، واصل البحث حتى وجده على سطح المنزل يجلس وحيداً لكنه يبدو سعيداً .. إقترب منه فإذا بالطفل يحدث نفسه قائلاً " ما أجمل الشعور بنسمات الربيع تداعبني ،، للربيع اليوم شكل مختلف ،، ألوانه تيارات هوائه التي تهب في الأرجاء وكذلك رحيق الأزهار المنتشر ،، أزهار الربيع .. "
تعجب الجني الصغير من حال الطفل فبالرغم من أنه لا يستطيع الحركة من تلقاء نفسه ولا يزال أسيراً لهذا الكرسي .. لكنه سعيد !!
كان الطفل يتأمل أطفال حيهِ أثناء تطيرهم للطائرات الورقية ذات الألوان الزاهية والأشكال المختلفة ،، وعلى الرغم من عدم مقدرته على القيام بما يفعلونه إلا أنه كأن سعيداً بقَدرهم ..
لم يستطع الجني الصغير تحمل منظر الطفل العجيب .. إتجه نحو الطفل سائلاً إياه " كيف لك أن تكون سعيداً ؟! "
أجابه الطفل بثبات " أنا هنا في هذا المكان وهذه اللحظة .. وحيداً لا يحوطني شيء ،، لا أبنيةً ولا بشراً ،، أستطيع الشعور بحركة الرياح وهي تتداعبني ووتتخلل بين خصلات شعري ،، هكذا ومع مرور الوقت أستطعت أن أكون تواصلاً بيني وبين الريح ،، بمعنى أدق أصبح الريح صديقاً لي ،، قد لا أستطيع المشي والحركة لكني أستطيع الشعور والإحساس بكل شيء جميل من حولي, رؤية هذه الأراضي الزراعية التي لا نهاية لها أمامي تجلب لي السعادة رغماً عني .. "
ومنذ ذلك اليوم وبعد هذه المحادثة القصيرة أصبح الجني الصغير صديقاً للطفل وللرياح ..
10 Mayıs 2016 Salı
GİZEMLERİN BAŞKENTİ
Bir varmış, bir yokmuş.Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde...Pire berber iken,deve tellal iken,ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken.Tıngır elek, tıngır felek demişler,bu masalı şöyle anlatmışlar..Yeri bilinmeyen bir şehir varmış.Bir orda, bir buradaymış.Yerini, adetlerini, gelenek göreneklerini,insanlarını sadece orda yaşayanlar bilirmiş.
Bu şehre dışarıdan kimseler giremiyormuş..Yeri belli olmayan bi yere nasıl girilebilirdi ki ?Buraya girebilen insanları ,canlıları, cansızları.. bugüne kadar ne gören olmuş, ne de duyan…Çok görkemli bir şehirmiş.insanlar burayı o kadar çok merak ediyormuş ki , bi daha evine dönmeme pahasına da olsa gitmek ve orda yaşamak istiyorlarmış.Hanları , hamamları, sarayları, camiler,kiliseleri,çarşıları,birbirinden güzel evleri varmış.Öyle bir titizlikle inşa edilmiş ki hiçbir ev diğer evin güneşini kapatmıyormuş.Bu evler yazları serin, kışları sıcak tutuyormuş.Bu şehir bir dağın yamacına kurulmuş.Evlerin sırtı dağa yaslanmış ve önü sonsuza uzanan, deniz misali bir ovaya bakıyormuş.Evler hep üst üsteymiş ve bu evlerin altını hilal gibi yaran sokaklar geçiyormuş.Her yer taşla örülmüş bu şehirde ; fakat bişeyleri belli ki unutmuştular.Yeşili , ağacı ,gölgeyi..Nasıl unutulabilirdi ki? Buranın halkı hemen çözüm bulmaya çalışmışlar.Fakat çözüm bulmakta oldukça zorlanmışlar.Yıllarca bir tek ağaç bile olmadan yaşamışlar.Buranın toprağı bildiğimiz kırmızı toprak değildi.Kireç taşı gibiydi ama değildi..Ağaçlar yetişmiyordu bu topraklarda.Şehri inşa ettikten yarım asır sonra ağaçlar , bitkiler adeta biz neden yokuz burada dercesine taş duvarlardan, yerlerden,evlerin damından yeşermeye başlamış..şehir yeşile kavuşmuştu adeta , güzelliğine güzellik katmıştı yeni baştan.Taş duvarların arasından bitkiler tel tel çıkmıştı.sarkıyordu her yerden.
Eee size bu şehrin ismini söylemedim.İsmi de kendisi kadar güzelmiş Mardin deniyormuş bu şehre…Dedim ya yeri belli değilmiş bu Mardin’in.Önceden ovaya bakmıyormuş bu şehir.dağın yamacında değildi.Mezopotamya ovasında imiş Mardin.Daha sonradan Mezopotamya ovasına bakan bir dağın yamacına taşınmış.Tüm bu şehir nasıl taşınır ,kim taşıyor mu dediniz ?
Hocai Hızır denen bir adam varmış burada bilirmisiniz.. Hocai Hızır melekti.Allah’ın meleğiydi..O zamanda Mardini yapıyordu ,taşıyordu, uğraşıyordu. Allah göndermişti..Bi baktın yaşlı bir adam çıktı..Biri ordakilere zarar verdiğinde , dara düştüklerinde , sıkıntıya girdiklerinde Hocai Hızır yetişirdi onlara.Hoca ve melekleri, gecenin bir vakti herkes yatağında mışıl mışıl uyurken şehri taşırmış.Sabah bi baktıklarında karşılarında sonu olmayan bir yer..Bi kaç günlük sevinç ve şaşkınlığın ardından insanlar tekrar işlerine koyuluyormuş.Hoca Mardin’i dağ yamacına taşıdıktan sonra insanlara su getirmek için kalede kuyular kazmış.Bu kuyularda toplanan suları yerin altından kanallar açarak şehir içindeki çeşmelerle buluşturmuş.Kale demişken , hiçbir şehir kalesiz olamazdı.Bu kale şehri koruyordu, dışarıdan birilerinin içeri girmesini engelliyordu.Bu kaleye kimse çıkamıyormuş.Hoca Hızır ve askerleri , melekleri sadece çıkabiliyormuş onlarında tabi kanatları var…Ve burayı da hocanın askerleri koruyormuş.Zaten hocai Hızır buralardan gittikten sonra şehir asırlardır yerinde bekliyor.Her şey bozulmuş düzeni bozulmuş.Artık herkes istediği zaman gidip gelebiliyor buralara.
Hocai Hızır zamanındayken her yerde olduğu gibi buranın da çeşitli adetleri gelenek görenekleri varmış.Çoğusu hala da sürmekte.Bazen gelenek göreneği geçelim de çeşitli enteresan olaylarda olabiliyordu.Örneğin gece yarısı abbaraların kapanması gibi..Gecenin bi vakti abbaranın içinden geçen insanların üzerine abbara kilitlenebiliyormuş.İnsanlar sabaha kadar içinde kalmak zorunda kalıyormuş.Gel de keçileri kaçırmasınlar…Bir gelenekleri de şöyleymiş: Arpacık çıkınca tuvalette süpürgeyle dans ediliyormuş..Bu insanlara deli diyebilirsiniz fakat gerçekten de geçiyormuş…Burdaki insanları ne akrep ne de yılan ısırmaya cesaret edebiliyormuş.Çünkü büyüsü var bunun.Zinciriye medresesinin iki büyük kubbesinin bir tanesinden ulu camiinin minaresine uzanan bir zincir varmış.Bu zincir Yılanların ve akreplerin zehrini topluyormuş.Bu zincirler bir yılanın zehrini öyle bir almış ki ,derisinin yarısını bile çekmiş..Yılan kaleye çıkmış gizlice ve acısından kendisini kuyuya atmış.Acısı günden güne azalıyordu ve küçük küçük ayakları çıkmaya başlıyordu.Koca kuyunun derinliklerinde gün geçtikçe büyüyordu ve balık gibi pulları da çıkmaya başlıyordu suyun içinde.Acısı iyice dindikten sonra kuyudan çıkıp kalede saklanmıştı aylarca.Tüm olan biteni yukardan seyredip anlam vermeye çalışıyordu.Ovayı seyrettikçe gözleri irileşiyordu.Gözleri irileştikçe saçları da çıkmaya başlıyordu.Sapsarı saçları vardı.Artık bu yılan gözleri ve saçları belirmeye başlıyorken kaşları , burnu , ağzı ve çenesi de yavaş yavaş belirmeye başlıyordu.Yarısı korkulası bir yılan ve yarısı da muazaam güzellikte bir kız oluvermişti.Bu yılanı sadece birkaç insan tek görebilmişti ve o günden sonra delik delik, kıytı köşe neresi varsa arıyordular.Ona “şahmeran” ismini vermiştiler; yılanların şahı… hocai hızırdan sonra artık kalenin ve Mardin in yeni sahibi şahmerandı…
O günden itibaren şahmeran ve Mardin halkı Hocai Hızırsız yaşamaya devam etmiş…
DÜŞÜŞ
Zamanların bilinmeziydi, zamanların bilineniydi, hem akıl çağıydı, hem acemilik, hem de korku. Yarınların umudu, bugünün umutsuzluğu çevrelemişti yine dört bir yanı. Sürekli devinen bir evren. Engebelerle dolu yaşam, zorlaştırıyordu her insanın hayatını. Böyle bir engebeli hayatı Mardin gibi engebeli bir şehirde yaşamak dengeleri zorluyordu.
Henüz 15 yaşındaydı Hatice. Dedesi, amcası ve kendileri ayrı evlerde ama iç içe yaşarlardı. Üç ayrı, üst üste kurulmuş eski beton evler. En alt katta henüz yeni evlenmiş yengesi ve amcası, orta katta sanki elli yıllık karı koca değil de, elli yıllık düşmanlar gibi yaşayan babaanne ve dede ve üst katta kokusuyla,renkleriyle,serinliğiyle kendisine ait olduğunu hissettiren Mezopotamya manzaralı güzel evi. Hatice, annesi ve babasının evi. Merdivenleri çıkıp girince eve, karşında sanki kendisini aşmanı istercesine bakan basamaklar bulunmaktaydı. Bu basamakların hayatını değiştireceğini bilemezdi Hatice.Aile olmak her şeydi, Hatice için. Birlikte kahvaltı yapmak, yemek yemek, bir şeyler seyretmek.. Dedesi ve amcasının evleri arasında mekik dokurdu. Ailesi ile mutlu olmayı bilen bir çocuktu. Hele annesi sırdaşı, dostu, arkadaşı, kardeşi herşeyi idi onun. Ortak birçok şeyi paylaşırdı annesi ile. Aynı renkleri sever , aynı yemeklerden hoşlanmaz , aynı hayvanlardan korkar , olaylara aynı tebessüm ve aynı heyecan ile yaklaşırlardı.
5 Ağustos cumartesi akşamı erkenden uyumuştu Hatice. Babası her cumartesi akşamı olduğu gibi geç gelmişti eve. Geldiğinde eşi hala uyanıktı çünkü eski evlerde bir sorun haline gelmiş olan su problemi ile uğraşıyordu. Üç evin deposu da ortaktı ve o akşam mahalleye su verilmişti. Deponun taşmaması için sürekli kontrol edilmesi gerekiyordu, tam anlamıyla dolduğuna emin olabilmek için. Haticelerin evinin damında bulunan 3 metre derinliğine sahip depoyu annesi o akşam yarım saatte bir kontrole çıkıyordu. Eşi geldiğinde son bir defa daha çıkması gerekiyordu kontrole. Eşi, dama çıkmayı sağlayan merdivenlerin karşısında bulunan mutfakta bir şeyler atıştırırken hayran hayran baktı ona.
Çıktı beton merdivenleri anne. Demir kapının kilidini açtı ve depoya çıkmasını sağlayacak tahta merdivene "Bismillah" çekip attı adımını. Çıkarken merdivenleri farklı sesler geldi kulağına. Korkulu rüyası olan fare olabilir mi diye düşündüğü sırada depo taşmaya başlamıştı. Aşağı inip deponun fişini çekmesi gerekiyordu. Tahta merdivenin en üst basamağındayken elleri, elleri üzerinden , Mardin'in cardon fare dedikleri, kocaman kapkara büyük bir fare geçti. Elleri üzerinde hisseder hissetmez bir anlık refleksle ellerini geriye doğru çekmesiyle, 3 metrelik yükseklikten yere düşmesi bir oldu annenin.
Bir yerlerde birşey patlamış ya da yıldırım düşmüştü bir evin çatısına sanki. Yere düşme sesi sarmıştı tüm mahalleyi. İnsanlar balkonlara koşuşturuyordu. Baba duyduğu sesle kendisini yukarı attı. Gördüğü manzarayı hiç bir kalp kaldıramazdı. "Hayıııır!" diye bağırıp karısının yanına koştu. Komşular evi anında doldurmuşlardı. Zaman kaybetmeden hastaneye yetiştirilmesi gerekiyordu ama çok geçti çünkü anne artık nefes almıyordu.
Tüm bu olaylar olurken Hatice derin uykusundan uyanmamıştı ve bu durumda kimse Hatice'nin varlığının bile farkında değildi. Sabah uyandığında evde onu almaya gelen dayısı vardı sadece. Annesinin bir kaza geçirdiği hastanede olduğunu ve oraya gitmeleri gerektiğini söyledi sadece. O an yalnız bir kuş gibisindir, nereye gideceğini, ne yapacağını bilemiyorsundur.
Öğrendiği haber Hatice'yi yıkmaya umudunu, mutluluğunu bitirmeye yetti. Her şeyi olan annesi artık yoktu. O an kendinden geçti Hatice, bir alemdeydi sanki karşısında uzun kaygan geçitler vardı. Bu geçitler ya bir kuyudur, ya çukurdur ya da bahçedir. Annesini bahçenin sonunda gördü. Annesi ona; " Bu geçitler sen ne getirirsen o dur. Taş getirirsen dört duvardır. Ağaç getirirsen bahçedir. Ben buraya ağaç getirdim. Senin buraya getireceğin ışıktır." dediğini duydu. Kendine geldiğinde kalktı ve secde etti.
BİR GARİP EMANETTİ BANA
Yaklaşık 30 yıl
önceydi. Çok korktuğum bir rüya görmüştüm.
Rüyamda uzun boylu , uzun sakallı , yaşlı bir adam gördüm. Uzun bembeyaz kıvırcık saçları vardı.
Saçlarından dolayı yüzü çok net görünmüyordu. Daha önce hiç görmediğim bir
garip kişiydi. Uzun uzun inceledim adamı. Zayıf bir yüzü olduğu belliydi.
Saçlarının arasından gördüğüm kadarıyla yanakları içe çökmüş, elmacık kemikleri
çıkmıştı. Eski, kullanılmaktan basamağı içe çökmüş olan bir merdivende
oturmuştu. Kırışık ama temiz elleri
vardı. Eliyle yanında duran kahverengi oldukça işlemeli bir topuzu olan,
başında Arapça yazıların olduğu bastonu kavradı. Usulca incecik bacaklarının üstüne kalktı. Zannımca uzun boyundan olacak ki hafif bir kamburu vardı. Yavaş yavaş bana
yaklaştı. Korkudan ne yapacağımı bilmiyordum.
Kaçmak istedim ama kaçamadım.
Sanki görmediğim birileri ayaklarımdan
tutmuştu beni. Kollarım kaskatı kesilmişti. Göz bebeklerim büyümüş nefes
alışım hızlanmıştı. kesik kesik ve hızlı nefes alıyordum. Ne kadar çabalasam da
kaçamıyordum. Tam pes ettiğim anda bana yaklştı. 'Benden korkma , benden ancak
iyilik gelir' dedi ve devam etti. '
Senin evinin arkasında birr emanetim var
onu şer sahibi insanlardan koru, o benim sana emanetimdir' dedi. O arkasını dönüp giderken ben uyandım.
Durup bi nefes alıp etrafa baktım. Yer yatağındaydım. Tabi o zaman şimdiki gibi
değildi evler. Kimsenin evi kimsenin
güneşini kapatmazdı. Benimde odama büsbütün güneş vurmuştu. Mardinin yaz güneşi
dilimi damağımı kurutmuştu. Bir Besmele çekip kalktım. Mutfaktan bi su alıp
içtim. Eskimiş gümüşten yuvarlak bi köstekli saatim vardı. Saate baktım 9
olmuştu. Dolaptan siyah pantolonumu ve çizgili beyaz gömleğimi alıp çıktım.
Bizim bir eski komşumuz vardı. Ermiş bir adamdı. Onun evine gidiyordum. Onlar
taşındıktan sonra hiç gitmemiştim evlerine ama mezarlığın civarına
taşındıklarını duymuştum annemlerden. Şemseddin amcayı her yerde tanırlar.
Bende sora sora ilerledim. Mezarlığın önüne geldim. Gördüğüm rüydandır herhelde
içim ürperdi vallahi. Mezarlıkta uzun kaygan geçitler vardı. Tıpkı hayatımız
gibi. Uzun görünen ama her an ayaklarımızn altından kayıp gidecek geçitleri.
Geçitlerden yürürken 1 metre boyunda kaba yontu bir duvar gördüm. Duvarda hala
aklımda kalan unutamadığım bir yazı gördüm. Bir yandan doğsnlar yer ayırır
kendine bir yandan ölenler boşaltır kenti yazıyordu. Çok güzel değil mi? Neyse
yoluma ddevam ettim. Kendimi uçsuz bucaksız bir merdivenin önünde buldum .
Merdivenleri soluk soluğa çıktıktan sonra buldum evi. Mavi demir kapıdan girdim
içeri. Şemsettin amcanın yanına oturdum anlattım rüyamı. O da sağolsun
yorumladı rüyamı. Dedi ki oğlum sen Hocai Hızır efendi'yi görmüşsün. Senin
ayaklarını tutanda onun cinleri dedi. şaşıp kaldım. Kim bu adam benden ne
istiyo dedim. Dedi ki Hocai Hızır efendi pek yardım seven çok dua alan eskiden
yaşamış bir zattır, buralarda su yokken ihtiyacı olanlara suu getirirdi. Onun
suyu millete can verirdi dedi. Nasıl yani dedim. Anlatayım: Diyelim ki bir mahalleye gidiyorlardı. Orda
su yoksa Hocai Hızır Efendi
arkadaşlarını toplayıp oraya gider çeşme yapardı. Cinleri ordan başlayıp
yerin altından devam ederek kaleden çıkardı. kalede o çeşme için yer yaparlardı
dedi.
-Peki benden ne
istiyor?
Sizin evin arkasında eski, bakımsız, taştan bir çeşme var.
Musluğu pas içinde hep yeşil yosunlar tutmuş içi artık kimse ordan su içmez
ordan o çeşmeyi de Hoca yaptırmıştı. Onu temizlemeni ister senden dedi . Merakla çıktım evime doğru yürüdüm. Çeşmeyi
buldum. Şemsettin amca haklıydı. Çeşme kullanılmaz durumdaydı. Bende aldım elime poşeti ne kadar çöp varsa temizledim yeni bir
muslukta takıp eve döndüm. Artık içim rahattı emanetime bakmıştım :)
İLKCAN AKKUŞ
SSSSSS
Bir varmış bir yokmuş. Büyülü mü büyülü efsunlu bir Ardin
şehri varmış. Bu Ardin şehri okadar büyülü imiş ki yılanlar dolunay çıktığında
insan kılığına girerlermiş. 40 gün 40 gece insan olarak yaşarmış bu yılanlar.
Bu süre zarfında kimi öldürülür, kimi hapse düşer, kimi aşık olup evlenirmiş.
Bu yüzden bu yılanlar, yılanlar ama insanlar; insanlar ama yılanlar. Ve gün
öyle bir gündü ki, dolunay hızla yerinde oynuyordu. Yılanlar kararsız kaldı.
İnsan olsam mı, olmasam mı? Bu yılanlar arasında en uzun ve en yaşlı olan Tinar
yaşına rağmen şimdiye kadar hiç insan olmamıştı. Aslında merak da ediyordu. İnsan
olmak nasıl bir duygu? Ama buna rağmen insanlardan nefret edermiş. Çünkü çok
sevdiği biricik sevgilisi Sama bir insan tarafından öldürülmüştü. Bu insanı hiç
unutmamıştı. Masmavi gözleri vardı. Üstelik saçı da yoktu. Tinar bir insanın
neden saçı olmaz diye düşünürdü. Belki de o kadar vicdansızdı ki saçları
çıkmaya utanmıştı. Kafasında saçları kilitli kalmıştı. Saçları yoktu ama uzun
mu uzun bir burnu vardı. Ve kolları güneş tam tepedeyken beraber birbirine
dolanırdı. O adamı unutmamıştı hiç unutmayacaktı. Tinar o kadar uzun bir
yılandı ki kuyruğu mezopotamyanın derinliklerinde iken, kafası Ardin'in
kalesindeymiş. Belki de kininden dolayı bu kadar uzun olmuştu. Daha da uzayıp
Samayı öldüreni kendi bedeniyle boğacaktı. Evet hala orada yaşıyordu. Aklın
neredeyse sen de ordasın aslında. Ve o gün gelmişti. Dolunay çıkmıştı. Hadi
bakalım insan olmak isteyen yılanlar bir adım öne. Hadi çıkın bakalım. 2 yılan
çıktı ileriye. 3 kim olacaktı. Kimseden ses yok. ne oldu sonra? O Tinar mı öne
çıkan?Evet o. Upuzun sapsarı bir merdivenin basamaklarından süzülüp öne çıktı.
Peki insan olup ne yapacaktı? Aklında bir şey vardı. Evet, biricik sevgilisini
öldüren adamı bulup katil olacaktı. 40 gün hapis yatardı, ne olacaktı. Evet,
gerçekten de bunu yapacaktı. Artık zamanı gelmişti. "Haydi yılanlar, ey
muhteşem yılanlar, insan olma zamanınız geldi. 40 gün 40 gece insan olma
hakkını Tanrı bana ben de size veriyorum. Ve aydınlık üç yılanın üzerinde... O
da ne 3 yılan oldu mu 3 insan? Peki hangisi Tinardı? Evet oydu. Kapkara
gözlerinden belliydi. O upuzun Tinar gitmiş yerinekapkara gözlü, kıvırcık saçlı
bir delikanlı gelmişti. Tinarın ilk gecesi insan olmaya alışmakla geçecekti.
Sbah ilk iş biricik sevgilisini öldüren adamı bulup katil olmaktı. Geceyi
yuvasında geçirecekti. Ama o da ne? Tinar boyuna da uzadığı için yuvasına
giremiyordu. Oysa bizzat kendisi yapmıştı bu evi. 40 gün boyunca giremeyecek
miydi? Hayır sığacaktı.Sığmak zorundaydı. İrili ufaklı taşları üst üste koyarak
yapmıştı yuvasını. Üstelik bu taşlar rengrenkti. Ne yaptı ne etti kendini ezdi
büzdü yuvasına girdi. Kendini tanıdı. O artık bir insandı. Sabaha kadar
uyumadı. Ama o da ne? Neden bu sesi çıkarıyor? Sssss... Sonra anladı. Mevsim
bahar olmalı. Hatta bahara doğan güneşi hissetmeli inssan iliklerine kadar.
Ancak öyle bu ses çıkmazdı. Ve şu an mevsim kıştı. O sesi öyle ya da böyle
idare edecekti. Hiçbir şey o mavi gözlü adamı öldürmeye engel değildi. Ve gün
doğdu. Yıldızlar gitti. Gökyüzü masmavi. Güneş yakmıyor. Soğuk hava. Böyle bir
havada katili aramaya gitti. Evine gitti önce. Çünkü Samayı kendi evinde
öldürmüştü adam. Ve birini gördü orda. Masmavi gözleri, dümdüz saçları vardır.
Merak etmişti kim bu kız? İzleyedurdu onu. Kırmızı bir elbise giymişti.
Gülümsüyordu. O gülünce Tinar da
gülümsedi. Snki gökyüzü birden ısındı o kızın gülümsemesiyle. Tinar gitti kızın
yanına "ben buraya yeni taşındım. Komşuyuz galiba" dedi. Kız da"
Evet ben burada oturuyorum babamla. Ben Mera" dedi. "Ben de Tinar.
Memnun oldum." Ama hayır Tinar ne yapıyordu? O adamı bulacaktı. Tam o adamı
soracaktı ki Mera birden telaşlandı. "Hemen burdan git. Yoksa babam seni
öldürür." Tinar gitti. Ama aklı Meradaydı. Katili unutmuş Merayı izliyordu
uzaktan. Günlerce haftalarca izledi. Ve sonra fark etti. Tinar Meraya aşık
olmuştu. Ama nasıl olur bu? 9 gün sonra Tinar yılan olacaktı. Yalnız gönül bu
laf dinler mi? Mera ile konuşmaya karar veri. Mera yaşlı mı yaşlı bir ağacın
altında dinleniyordu. Ağacın dalları o kadar çoktu ki neredeyse her yeri
gölgelendirmişti. Sapsarı yaprakları vardı. Tinar geldi, Meraya seslendi.
"Ey hayallerimin kadını, ben sana aşık oldum. Ne olur bu adamı hoş gör ve
evet de bana." Sonunu düşünmeden
konuştu. Seviyordu. Mera çok şaşırdı ve evine doğru kaçtı. Tinarın son 3 günü
Artık yılan olacaktı. Ama ne Mera ona dönmüş ne de o katili öldürmüştü. Ve
bundan sonra katili bulup öldürmeye ant içti. Merayı bir kenara bıraktı. Zaten
o evet dese de bir şey olmayacaktı. Tinar bir yılandı çünkü. Meranın evinin
önünden geçerken bir de ne görsün evet oydu. Hiç unutmamıştı. O adamdı. Katil
buydu. Üstelik bir dakika. Evet uzun burnu, ve saçları da yoktu. Tamam güneş
tepeye varmak üzereydi. Bekleyecekti. Eğer kolları birbirine dolanırsa artık
emin olacaktı. Ve güneş tepede. Adamın kolları birbirine girdi. Artık emindi.
Tam onu öldürecekken, katile bir kız seslendi. "Baba nerede kaldın?"
Olamaz bu kız Meraydı. Yoksa Mera o katilin kızı mıydı. Hızlıca evine döndü. Bütün gece ne
yapacağını düşündü. Sabah kararını vermişti. O adamı ne olursa lsun öldürecekti.
Aşk mı intikam mı? Tabi ki intikam. Sabah ilk iş o adamı öldürecekti. Sabah
oldu ve birden demir kapısı çaldı. Gelen Meraydı. Mera ne yaptı öyle. Aşkını
ilan etti. Ama olamaz. Ne diyecekti Tinar. Bir an duygularına yenik düşüp
kocaman sarıldı Meraya. O gün beraber Mezopotamyayı seyredip oturdular. Akşam
olmuştu. Eve dönme zamanı. O da ne
sesti. Ssssss. Mera korktu "Yılan mı o? Çok korkarım yılandan."
"Yılanlar insanlar kadar tehlikeli değildir" dedi Tinar usulca. Ve
eve döndüler. Ogün. günü. O gece. gecesiydi. Meranın evine gitti. Karar
vermişti. Katili öldürecekti. Eline bahçedeki baltayı alıp Meranın kapısını
çaldı. Meraydı kapıyı açan. Babanı çağırı mısın dedi. Katil gelmişti işte. Mera
olanları izliyordu. Son kez masmavi gözlerine baktı katilin Tinar. Ve baltayı
kafasına indirdi. Mera bağırdı. Çığlıklarla ağlamaya başladı. Ve sonra Tinar
baltayı kendi bedenine de geirdi. Tinar da ölmüştü. Katil de. Tinar yine aşk mı
intikam mı demişti. Ve intikamı seçmişti son kez. Birden Tinar ölü bir yılana
dönüştü. Mera bir şok daha geçirdi. Çığlık attı. Ağladı. Artık iş işten
geçmişti. Babası ölürken sevdiği adam da yılana dönüşmüştü. İşte bu günden
sonra tüm yılanlar kindar olmuş Tinar gibi. Kendilerine zararı dokunan kimseyi
unutmaz olmuşlar. Ve Ardine o günden sonra yılanlar musallat olmuş. Şehir
Ardinken Mardin olmuş . Yılan sözcüğü eklenmiş şehrin adına. Yılanlara büyüler
yapılmış. Ama hala yılanlar aramızda. günlük insanar ama yılanlar. Merayane
olmuş peki. Birden Şahmerana dönüşüvermiş. Ve hayatına hem sevdiğinden bir
parça hem de biricik babasından bir parça olarak devam etmiş.
Sevgi DAĞ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)