16 Nisan 2016 Cumartesi
Rotamız belliydi bize sadece yola koyulmak kalmıştı.
Yolun başlangıcında bir ejderhanın etrafa alevler
püskürttükten sonraki kalan sinir ve ruh haline bürünmüştüm. Bu ruh haliyle ne
dikkatimi çekebilirdi ki derken, yolu kaybettiğim hissine kapıldım. Ruhumda ki
duygu karmaşası yanında bu kaybolma hissim yoğun sisli bir havada nargile
dumanının sise destek vermesi gibiydi. Yoğun ama aynı zamanda körelten bir
duygu yoğunluğu içerisinde doğru yolda olduğumu gösteren abbaraya henüz
varmıştım. Abbaranın eşiğinden sağa sola bakarken sağ çaprazdan çöp kutusundan
süzülen çöp suyu kokusundan daha keskin bir kokunun burnuma çarpması beni bir
adım geriye itmişti. Ölü bir hayvan mı vardı acaba? Yola devam etmem
gerekiyordu algılarımı kokuya ve zihnimdeki ölü kedilere kapatmaya çalışıp bir
çırpıda abbaraya girdim. Abbara da ki yazılar dikkatimi çekmişti belli ki yine
ergenler iş başındaydı. Aşk itirafları kalbin içinden ok geçirmeler falan tabi
onların ki de farklı bir kafa diye söylenmeye başladım. Abbaradan çıkmak için
çıkışa yöneldim ve tam çıkışın ağzında duran kedi belki de köpek mi demeliyim. Hiç
o kadar büyük kendi görmemiştim şaşkınlık içerisinde kedinin, taşların
arasından kendi zor bela dışarı atmışçasına duran birkaç yeşil tanesinin
üstünden atlayıp duvara çıkmasını izleyip yoluma yeniden odaklandım.
Yolda, rüzgarın
ensemi merhametli soğuk bir çift el ile okşamasıyla, Mardin taşlarının
arasından harabelerin her geçen gün artıyor olmasının verdiği endişe ile devam
ediyordum. Yol boyunca görkemli büyük Mardin evlerinin boynunu büken kiralık
veya satılık yazıları endişemi artıyordu. İnsanları anlamıyorum nasıl oluyordu
bu büyülü mekanı bırakabiliyorlardı. Üzücü düşüncelerle beraber kendimi
turunçgiller sokağında buldum bir anda. Yüzümde tuhaf bir tebessüm oluşturuyordu
sokağın ismi. Aslında Mardin ve turunçgiller sokak, çarpık bir birliktelik gibi
bir şeydi. İki ismin bir arada anılması J
Ahşap kapıların ve merdiven basamaklarının beni çocuk yürüyüşüne zorlaması yol
boyunca farklı hisler yaşayacağımın fragmanı gibiydi.
Yol almaya devam ettikçe sokaklarda tek bir insanın bile
olmayışı tedirginlik hissi
uyandırıyordu. Yol sapağına geldiğimde sol tarafımda bir evin sakağı cep gibi
nüfuz ettiğini gördüm. Aslında bu Mardin de enteresan bir görüntü değildi o
halde orada dikkatimi çeken olay neydi? Neden gözlerim evin cephesinde defalarca
gidip geliyordu. Çok geçmeden ilgimi çeken evin önündeki metal çubuklar ile
oluşturulmuş gölgeliğe bağlanan iplere doğru yaklaştım. Sağ elimi iplere atıp
neden burada olduklarına dair cevap ararken yerde ki birinci sınıf yazısını
andıran karmaşık bir yazıyla dilek direği olduğunu anlayıp yola koyuldum. Artık
yol tekinsizliğini kaybediyordu. Yakınlardan gelen çeşme sesi tekinsizliği
koyan bir bekçi görevini üstlenmişti. Su ve kuş sesleri taş evlerin arasından
altın sarısı rengi ile ben buradayım diye bağıran sokak levhasını fark etmemek
mümkün değildi. Levhada ki sokak ismi tüm bu ilgi çekiciliğin geride bırakacak
cinsteydi. Ev görünümün de bir mekanın kapısının üstünde yazan WC yazısı,
kapının üstünde ki mutsuzlar sokağı levhası farklı algılar oluşturuyordu. Bu Farklı
hislere sokak boyunca duvarlara çizilmiş smile ve aşk sözleri mutsuzlar
sokağında ki çarpık ilişkinin hakkını veren cinstendi.
Camı açık bir evden
kulakları patlatırcasına yükselen ‘10 kavanozu 100 lira bu da yetmiyormuş gibi
üstüne 1 kilo polen veriyoruz ‘ sesi takip edip parmak uçlarıma yükselip odanın
içine bakmak için çaba sarf ettim zemin kat olmasına rağmen pencere çok
yüksekti. Bunca çabaya rağmen alın hizasına yükselebilmiştim. Hayal kırıklığıyla
tabanlarıma düzgün basar vaziyete geldiğimde bel hizamda bir pencerenin
olduğunu fark ettim. Belli ki sıcak veya soğuk hava için belki de fareler için
pencereyi muşamba tarzı şeffaf bir plastikle kapattıklarını gördüm. Üstüne çocuklar
açamasın diye pet şişe kapaklarını çivi ile derz boşluklarına sabitlemişlerdi. Olağanüstü
bir mühendislik örneği izlermişçesine bu küçük pencerede ki ayrıntılara
takıldım. İçimden bizim ülke tam mühendisler diyarı, kıymet bilinmiyor diye
söylenmeye başladım. Sokakların canlı olduklarını hissediyordum sanki ruh
halime göre şekil alıyorlarmış gibi. İyi olduğunu düşünmediğim bir ruh hali
içindeyken dar sokaklar , dar sokaklara eşlik eden yüksek duvarlar tam bir
labirent hissi. Neşeli ruh haline büründüğüm zamanlarda genişleyen sokaklar,
alçalarak önümü açarmışçasına sağa sola çekilen duvarlar, sonsuzluğu Mezopotamya’nın
yeşil, kahverengi ve mavi rengin harmanlanmasıyla bana sunan bir Mardin ile baş
başaydım. Daha çok bağlanıyordum Mardin’e her geçen gün bana gizemli başka bir
odasının kapısını açıyormuş hissine kapılıyordum. Az ilerde damların yol hizasında olduğundan
önümde ki büyüleyici sonsuzluğu daha iyi idrak edebiliyordum. 10 kedi boyu
kadar ilerde -kedi boyu diyorum evet kedilerin yoğun olduğu bir bölgeydi- 10
basamaklı açık bir abbaraya dayanmış merdiven vardı. Merdivenin neden orada
olduğuna anlam veremeyip üstüne çıktım. Aklıma land art ile yapılan kolaj
çalışmaları geldi. Önümde bir kubbe vardı ama farklı görünüyordu. Çünkü camilerin
dışında yapılan kubbeler genelde içte kalıyordu veya belki de bana öyle
geliyordu ama çirkin bir görüntü oluşturduğu kesindi belki de kubbenin yere
çok yakın olmasından kaynaklanıyordu bende ki beğenmeme duygusu. Beğenmeme
demişken artık gerçekten mimar olmaya başladığımızı fark ettim dış dünyaya hep
bir eleştirel gözle bakmalar, beğenmediğimiz noktalara ayak üstü tasarım
yapmalara çalışmalar falan gerçekten de değişmişiz. Buna mesleki deformasyon
deniyor galiba , bu yaşantımız da ufaktan kendini his ettirmeye başladı. Uf
zihnim hep böyle yapıyor daldan dala atlayıp olduğum mekandan koparıyor beni.
Kubbe de kalmıştır. Kubbenin bir girişi gösterdiğini anladım inceleyince. Medrese
tarzı bir yerdi galiba. Merdivenden inip açık Abbaradan yoluma devam ettim .
Açık Abbara demişken Mardin de pek karşılaşılan bir şey değil aslında. Genelde böyle
ferahlık olmaz abbaralar da hatta bunun üzerine hikayeler bile sıkça bulunur.
Ah yine bu çocuk gibi hissettiren merdivenler. Soluk soluğa bırakıp ve sonları
yokmuş gibi davranan merdivenler. Oh nihayet düzlükteydim. Eğilip iki elimi dizime
dayanak yapıp nefes alış verişimin normal düzeye dönmesiyle devam ettim.
Farklı bir yer gibiydi bulunduğum sokak. Küçük mahalle arasında
bir bakkal. İçinde ki en pahalı yiyecek ekmekti galiba. 50 kuruşluk ekmek.
Bakkalın önüne gölge yapması için konulmuş tente. Geride bıraktığım abbraların
devamı gibiydi. Bakkalda ki yaşlı amcanın arapça cümlelerinin arasına
serpiştirdiği birkaç Türkçe kelime ile bizimle diyaloğa geçmeye çalışması
Mardin de sık görülen bir durumun daha tatlı bir versiyonu gibiydi. Bakkalın az
ilerisi yolumuzun sonu olduğuna dair belirtiler taşıyordu. Yolculuğun bütün
karması burada gibiydi. Bakkalın 5 adım ilerinde bir ağacın önünde bulunan
koruma taşlarının üstüne çöküp etrafı izlemeye başladım. Önümde duvarların izlemem
için geri çekildiği Mezopotamya ovası, onun sağında rehber edasıyla aşağı inen
çok eğimli bir yol, yola eşlik eden evler, evlerin sağından panoromik şekilde
devam ederken az evvel ki yoldan daha dik olan başka bir yol (araba 3 defa yolu
çıkmaya çalışmasına rağmen çıkamayıp üstümüze doğru geri geri geldi), panoromik
açıyı kaybetmeden devam edince yoldan aşağı doğru akarsuyun etrafına dizilmiş
taşların edasıyla duran görkemli büyük Mardin taş evleri, evlerin cephelerinde
bulunan atık su boruları, borulara eşlik eden Mardin’in kahverengiliğine karşı
çıkarmışçasına duran sarı ve yeşil renklere sahip olan taşları delermişçesine
çıkan bitki yoğunluğu. Mardin’in büyülü odalarının başkasındaydım şimdi. Odanın
keyfini çıkarıp ovaya uzun uzun bakmaya başladım...
Seni Tanımaya Başladım
Uzak ülkeden gelip küçük bir şehirde
yaşamaya başladım. Ardından üç yıl geçti, zannediyorum ki bu şehrin her
tarafını biliyorum, dağa bile çıktım. Demek ki keşfedebileceğim bir şey kalmadı
bu şehirde fakat o gün bu şehrin hakkında hiç bir şey bilmediğimi anladım.
Bu sefer ana
caddeden yürümedim ara sokaklara girdim, ilkbahardayız dar sokakta yürümeme
rağmen güneş yüzüme vuruyordu, önüme göremiyordum, çantamdan defteri çıkardım
ve güneşi kapatmaya çalıştım. Yoluma devam ettim sokak uzun ve dar, yürürken
sol tarafa siyah bir şey olduğunu hissettim, yüzüme sola çevirdim, alçak ve
kapkaranlık bir abbara karşıma çıktı. Bir an durdum, abbaraya baktım, sonunu göremedim.
Dururken sağ taraftaki dükkân yıkanıyordu, sular abbaraya doğru inmeye başladı.
Güneşten dolayı su pırıl pırıl parlıyordu fakat abbaraya doğru indiğinde kayıp
oluyordu. Sular ile bir adam abbaraya doğru gidiyordu, adam abbaraya eğilerek
girdi ve o da kayıp oldu. Fark etmeden abbaranın önünde baya zaman geçirdim. İnmeye
karar verdiğimde abbaradan bir ses duydum ve içinde siyah bir şey hareket
ediyordu, iki saniye sonra bir amca çıktı abbaradan ben de cesaretimi
toparladım ve indim. Abbaraya girdim diğer taraftan ışık geliyordu, nedeni
bilmiyorum ama abbaranın sonundan ışık gelmesini beni mutlu ettirdi. Abbara çok
sessizdi sadece nefesimi ve ayak seslerimi ‘tik tek tik tek’ duyuyordum. Arkamdan
hafif bir rüzgâr esiyordu, rüzgâr tarçınlı ekmek kokusu getiriyordu. Abbaranın
diğer tarafından soba kokusu geliyordu, demek ki insanlar hala sobayı
yakıyorlar. Üşüdüm abbarada ilerlemem gerekiyor.
Abbaradan çıktım,
çıkarken arkama döndüm, ne güzel evlerin altından geçiyorsun. Sessiz abbaradan
çıkar çıkmaz güvercin ve kuş sesleri duydum, çok güzeldi Sübhanallah sanki ilk
defe diliyorum. İlerledim bir evin duvarından su akmasını beni şaşırttı sanki
çeşmedir. Aynı evin diğer tarafından incir ağacı çıkıyor, sadece incir ağacı
değil otlar da duvara yayıldı, Sübhanallah sanki dikey orman karşısındayım. İncir
ağaca yaklaştım, yakından görmek istedim. Ağacından su damla damla akıyordu, dibinde
olduğumda üstüme damlamaya başladı. Dikey orman olan ev alt katı ne yazık
harabedir. Üzüntü ile yoluma devam ettim. Sola dönmeden önce bir ses duydum,
yüzüme çevirmedim, ses ne olduğunu tahmin etmeye çalıştım. Üstten suyun
düşmesine düşündüm ama nasıl? Yüzüme çevirdim, evin ikinci kattan pencerede
oturan çocuk su ile dolduran balon insanların arkasından atıyordu, çok yaramaz
dedim.
Solda karşıma
uzun bir merdiven çıktı. Merdivenin iki tarafında uzun duvarlar vardı, onların
arasında çok güzel bir manzarayı gördüm’ Mezopotamya’. Bir ferahlık hissettim. ‘
Hayatta bir daralmadan sonra bir ferahlık yaşarsın’ aklıma geldi. Sağ, sol yüksek
duvar, ön Mezopotamya, üst gökyüzü ve kuşlar, çok güzel bir duyguydu. Yola devam
ettim her geçtiğim yer mutlaka duvarlarda otlar görüyorum, bazen de harcalar arasında
çıkıyor bazen de kapıların altından. Merdivenden inerken arkama döndüm, evlerin
arasından küçük zarif bir minare gördüm, acaba hangi camini minaresiydi? Aklımda
bir soru işareti kaldı.
İnmeye devam
ettim fakat indikçe sanki duvarlar arasında kayıp oluyordum tipken abbaraya
inen sular. Merdivenin sonunda sağa döndüm yine merdiven vardı, bu sefer dut
ağacının yaprakları yerde gördüm, yüzüm yukarıya çevirdim, dut çıkmadı.
Uzaktan bir
koku kokladım, çok sevdiğim bir koku patates kokuydu, acıktığımı hissettim. Kokuya
takıp ederken karşıma yarım abbara çıktı. Karanlık olmayan abbara. Abbara karanlık
olmadığından dolayı içinden Mezopotamya’yı izleyebildim. Yürürken bir konak
buldum içine girdim, konaktan hem Mezopotamya hem de kaleyi görebildim. Çıktım konaktan
karşıma başka bir incir ağacını gördüm, ilginç tarafı ağaç nasıl duvardan
çıkıyor, bir de küçük değil, o zaman insan Allah’ın kudretini anlıyor. Ağaca yakından
görmek için merdivenden indim. Anıdan içimde bir korku hissettim fakat yoluma
devam ettim. Merdivenin sonunda sağ tarafta hafif bir ışık dikkatime çekti sağa
bakar bakmaz harabeyi gördüm kapı azıcık açıktı küçük boşluktan karanlık
arasında hafif bir ışık yanıyordu. Yaklaşmaya çalıştım ama korkudan yaklaşamadım.
Sol tarafta kapkaranlık bir abbara vardı. Başta girmeye tereddüt ettim sonra Bismillah
diyerek girdim. Abbara çok pis kokuyordu, burnumu kapattım ve koşarak çıktım. Abbaradan
çıkamadan önce sağ tarafta bir harabe gördüm fakat bu harabe karanlık değil tam
aksına aydınlık vardı o yüzde korkmadan girdim, sağ, sola bakıyordum, bir
şeyden korkuyordum karşıma bir insan çıksa ne yapardım? İlerledim karanlık yerlere
giremedim, ışık olan yerlere girdim. Harabede çok güzel bir terası var. Terastan
bir odaya girdim, girer girmez kalbım durdu, o an çok korktum, hissetmeden
kendimi dışarda buldum ve evime döndüm.
Ertesi gün diğer
harabeye gitmeye karar verdim. İçimde kaldı ama aynı zamanda gittiğim harabe
aklıma geldi ve bu sonuca vardım ‘ Bulunduğu yer insan varsa kork, bulunmadığı
yerde korkma, İnsandan kork Cinden korkma ‘ ve harabeye doğru gittim. Bu sefer
giderken güneş yoktu yüzüme kapatmaya gerek yoktu fakat yağmur vardı. Yağmurdan
kaçıp abbaralarda sınıyordum. Harbeye girdim kapkaranlıktı, üsten küçük
pencerelerden hafif ışık giriyordu. Harabe çok ama çok büyüktü ve çok güzeldi. Her
tarafa gitmeye çalıştım, bazı yerler kapalıydı. Evin içinde su kurusu vardı,
çok derindir. Evin terasını çok güzeldi. Eski zamanı dönmeyi istedim, insanlar
bu kocaman evde hayatları nasıldı. Keşke dönebilsem …
14 Nisan 2016 Perşembe
Tarihte Yolculuk
Mekana ulaşmamızın hemen ardından ezan sesi yankılanmaya
başladı. Ezan sesine eşlik eden kuş sesleri.. Mekanda bizi beklermiş gibi duran
bir eşek.. Amansızca yerden bir şeyler yemeye çalışıyor. Sonra sahibi geliyor, eşeğe
yükünü koyuyor eve sahibinin ona hadi yürü anlamındaki hafif bir ayak
hareketinden sonra taş evlerin arasından uzaklaşıyor. Eşeğin her bir adımda
üzerindeki çıngıraklardan gelen sesler kuşların sesi ve kanat çırpışı ile adeta
Mozar'tan bir beste çalıyordu :) Cumbalı ev ve Tatlıdede Butik Oteli. İkisi de
tarih kitabının sayfasından fırlamış gibi.Dar sokak boyunca yürürken buradaki taş yapıların
arasında adeta yüzlerce yıl geriye gittim. Bende artık o tarihin bir parçası idim
sanki. Tarihteki bu tatlı yolculuğa başlarken karşıdan gelen yaşının da vermiş
olduğu yorgunlukla beli iki büklüm olan yaşlı teyze bu tarihin tozlu sayfaları
arasında gezinirken benimde bir gün yaşlanacağımı hatırlattı. Derken taştan
dünyada yoluma devam ettim.Sağa döndüm. Artık beni uzun bir merdiven yolculuğu
bekliyordu. Bu merdivenlerden inmek kendimi topla gibi hissettiriyordu. Çünkü
basamak genişliği bir adım için fazla uzundu. Gelen çocuk sesleriyle birlikte
arkama baktım ve üç metreyi aşan bahçe duvarının üzerinde gezinen 10-12 yaş
arası çocukları gördüm. Korkusuz bir şekilde adeta bir cambaz gibi bu taş
yığının üzerinde rahat bir şekilde yürüyorlardı. Anlaşılan onarın yerine korkan
bendim. Ve bu korku hepimiz için yeterdi.
Gözyüzündeki beyaz renki bulutlar sanki kara bulutlara nöbetini devrediyordu. Rüzgar
hafiften esmeye başlamıştı. Rüzgar beraberinde yemek kokularını da getiriyordu.
Daha dikkatli bir şekilde kokladığımda içli köfte olduğunu fark ettim. Ne de
çok özlemişim. Olsa da yesek hani. Dağılan
dikkatimi tekrar bu merdivenli sokak üzerinde yoğunlaştırmaya çalışıyorum
. Dikkat ettiğim bir şey var! Zemin
kattaki evlerin penceresindeki kalın siyah demir parmaklıklar. Bir an kendimi
koğuşta hissettim. Bu kalın demir parmaklıklar zaten sessiz olan bu sokağa aynı
zamanda bir soğukluk katıyordu.
Merdivenlerden aşağıya indiğimde yolun ikiye ayrıldığını gördüm. Yolun
bir ucu düz bir şekilde devam ederken
sola kıvrılan ucu buz mavisi bir kapının badigartlığını yaptığı bu ön kısımdaki
cepheye ahşap küçük bir pencerenin işlik ettiği iki katlı bir yapı. Bu çıkmaz
sokağa kıvrılan yolda sol kolun üzerindeki ev dikkatimi çekti. Baya bakımlı bir yapı. Ahşap ve cevizden
yapıldığını düşündüğüm kapıyı muazzam bir kemer çevreliyor. Taş kesimi bunların
özenle yerleşimi. Okuduğum bölümünde etkisiyle yük aktarımı geliyor aklıma.
Dikkatimi çeken bu yapıya yakınlaştığımda ilginç bir kapı tokmağı görüyorum.
Demir tokmak gördüklerim arasında form itibari ile diğerlerinden ayrılıyordu.
Yassı bir gövde uç kısmında bir ördek başı ve yukarı kısmında bu yassı gövdeye
bir şekilde uzanan horoz tüyleri.
Büyülenmiş bir şekilde binayı tam kadrajdan görmek amaçlı geriye doğru
adım atarken merdivenleri hesaba katmamakla birlikte nerdeyse ucu bucağı yokmuş
gibi görünen merdivenlerden yuvarlanmam an meselesi olacaktı. Bu sefer daha
dikkatli bir şekilde binadan uzaklaştım ve bina artık tamamen kadrajımdaydı.Üç
katlı olan bu yapıda her kat bir üstteki katın terasını oluşturmaktaydı. Birden
burada yaşama hayali bile kurdum. Ancak kirayı da akla getirince usulca ordan
uzaklaştım. Sarı t-shirtlü bir çocuk
gördüm merdivenin devamında. Ana rahmindeki gibi dizlerini karnına çekmiş,
başını dizlerinin üzerine koymuş ve kolları ile de başını çevrelemişti. çocuğun yanına yaklaşıp 'ablacım neyin var '
dememe aldırış etmeden ağlamaya devam etti. Sonrasında bu ağlama sesini annesinin 'Gel
buraya! Gel ulan! Gel yine seni döveceğim' sesleri takip ediyordu. Anne aynı
zamanda kahverengi kapının önünde durmuş başka bir kadına dert yanıyordu. Birkaç
basamak daha indiğimde bu uzun merdivenlerin arasında yapılmış bir sahanlıkta
duruyor ve gördüklerimi not alıyordum. Şiddetlenen rüzgarla birlikte güçlü taş
duvarların arasından cılız gövdesiyle adeta bende buradayım, bakın neler
başardım, kocaman bir taş parçasının arasında kendime yasam buldum diyen
otların salınımı eşlik ediyor. Rüzgar gittikçe şiddetleniyor. O gün açık
bıraktım dalgalı koyu kahverengi saçlarım gözümün önüne geliyor, not almama
engel oluyordu. Tamda saçımı elimle kulaklarımın arkasına doğru koyarken zemindeki bir yazı dikkatmi çekiyor. Daha
öncede duvarlarda görüğüm mavi sreyli yazılardan bir tane daha. Bu sefer daha
büyük bir puntoda. Adeta her yerde ben varım diyor. Zeminde de olmanın verdiği
azizlikle adeta zaman aşımına uğramıştı. İlk günkü netliğinde olmasa da hala
okunabilecek halde. Dikkatli bir şekilde baktığımda 'SEX' yazdığını gördüm hafifçe
tebessüm ettim. 'eminim bunlar eda ve zeynep hocanın hoşuna gider. Yazının
hemen yanında yere sirkelenen sofradan düşen yumurta kabukları ve zeytin
çekirdekleri. Anlaşılan burada oturan insan çevreye karşı pek bi duyarlı. Sonrasında kafamı kaldırıp kat edeceğim mesafeye
baktığımda alçak yığma duvarların üzerinden görünen Mezopotamya ovası ben
burdayım diye haykırıyor. Yeşilin ve mavinin en güzel renklerinin bir arada
bulunduğu yerlerden. artık sahanlıktan ayrılma ve merdivenlere devam etme
vakti. Merdivenden aşağıi ndikçe burada bulanan taş evlerin yukarıda kalan
evlere nazaran daha bakımsız olduğunu görüyodru. Bu kadar kısa bir mesafede bu
kadar keskin bir hat olmamalıydı. En basitinden sahanlığın bulunduğu yerden
girişi olan yapı. Yapının girişinde muntazam bir ta içşiliği var. Dikdörtgen
kapının etrafında yine aynı formu takp eden zarif bir taş işlemeciliği. ayrıca
bu işemenin üzerinden gecen kemer şeklindeki ikinci bir süsleme her iki kısımda
iki ayrı dışarı yarım daire şeklinde kabartmalı sütunlara oturuyordu. O kadar
özenilerek yapılmış ki sanki bi tapınağı anımsatıyordu. Sokağın büyüsü birden
bozulmuştu. Solda kalan yapının dışarıya konsol yapmış balkonun üstüne oldukça
eskimiş bir sarı tente vardı. Hem o kadar eski bir o kadar da sanki oraya
emanet gibi ince demir profillerin üzerine konulmuş. Belli ki bu durumdan o da hoşnut değil.
yerinden çıkan vida yüzünden rüzgarla birlikte gıy gıy sesler çıkarıyordu.
Bitişiğindeki yapının da pek bir farkı yoktu. Dışarıdan giriş kapısına kadar
uzanan merdiven artık eski görevini yapamıyor gibiydi. Emekliye ayrılma vakti
gelmişti. Merdivenin altındaki betonlar dökülmüş ortaya çıkan demirler ise o
kadar paslanmıştı ki artık pasları dökülüyordu. Merdivene destek amaçlı yapılan
kolonda yosun tutmuştu. Derken kapı açıldı ve elinde bastonu olan yaşlı bir
teyze dışarıya çıktı ama hareket etmiyordu. Belli ki içeriden birileri daha
çıkacaktı. İkinci bir teyze de çıktıktan sonra yaşlı teyze hem bastonundan
yardım alarak hem de kendine bile bi hayrı olmayan merdivenin cılız
parapetlerine tutunarak aşağı indi. Sonrasında merdivenlerden yukarı çıkarken
aynı destek olayını bu sefer duvarlardan tutunarak yaptı. Bu aşağıya uzanan merdivenlerin sol yanında
bakımsız yapılar varken sağ tarafında ise insanın bel hizasına gelen yığma
duvarlar örülü yeni bir sahip bekleyen çöplük olarak kullanılan ama buna
direnip baharla içerisinden otların fışkırdığı bir mekan var. merdivenin tam
karşısına baktığımda bakkalı görüyorum. Kendine gölgelik amaçlı yaptığı örtü
sayesinde orayı da mekansallaştırmış. Merdivenlerden aşağı inerken su sesi
duyuyorum. Sese doğru ilerledikçe orada bir çeşme olduğunu fark ediyorum. Su sesini
duymasam orada bir çeşme olduğunu bilmezdim herhalde. Merdivenin sağ kısmında devam
eden kısa boylu yığma duvarlardan biri sandım.
Çeşmenin merdivenin olduğu kısma sırtını dönmesi de onu algılayamamdaki
en büyük etkenlerden. Çeşmeden akan suya bakmak amaçlı oraya yöneldiğimde bir
kadın orada balık temizliyordu. Ben fotoğraf çekerken kadın oradan uzaklaştı.
Bunu fırsat bilen iki kedi oraya geldi. Biri gözcülük yaparken öteki de
balıklara doğru bir hamle yaptı. Bunu gören kadın hemen kedinin üzerine doğru
atılarak kediyi ordan kaçırmayı başardı. Çeşmenin oradan ayrılıp merdivenlerden
yukarıya çıkarak bakkala doğru ilerledim. Sağ tarafta bulunan yapı her ne kadar
yaklaşık iki metre olasa da sahibi herhangi birinin oradan atlama ihtimaline
karşılık duvar boyu kırık camlar yerleştirmiş. Merdivenlerden çıktıktan sonra
bakkala ulaştım. Bakkal içeriden dışarıya taşıdığı eşyaları ile dışarıyı işgal
etmişti. Üstü örtülü o mekandan ayrıldıktan sonra sağ tarafta Mezopotamyayı
izleyebileceğimiz açık bir mekana çıktık.Yapılar altta kalıyordu. VE
bulunduğumuz döşemenin sağ kısmında duvarlar yoktu. Onun yerine demirlerden
yapılmış paralel kenar şeklindeki sırasıyla sarı ve siyah plakaların yer aldığı
bir korkuluk karşıladı bizi. Mezopotamya artık ayaklarımızın altında !
İki kişilik çay
Kaç gün geçmişti üstünden?Yıl mı demeliydim
bilmiyorum.Zaman anlamsızlığı ile beraber belli belirsiz akıp gidiyor.Günler
aylar gibi geçiyor sanırım.Zaten ne önemi var ki?Varlığı günbegün solan,sesi ve yüzü modern makinelerde kayıtlı olan birinin ardından günler
sayılamayacak kadar önemsizdi.İnsanda
sadece bölük pörçük izler ve anılar kalıyor.Onlar da zamana karşı bir
süre direnebilir ve her an gidebilecekmiş gibiler.
Bu caddedeki özenle dizilmiş siyah taşları ne çok severdim o yanımda yürürken oysa.Utancımdan çoğu
zaman başımı kaldıramaz bu taşları saya saya,her sokak köşesindeki
kedileri,sarı ve nemli duvar taşları arasından biten otları hafızama kazıyarak
yürürdüm,bir yandan da yumuşak sesiyle anlattığı en küçük ayrıntıları bile ezberlerdim.Bir onun varlığı bir de bulutların altından süzülen bahar güneşinin ışınları ile ısınırdı
içim.Şimdi aynı güneşin altında belki de yıllar sonra soğuk bir ürperti sarıyor
her yanımı.Aynı taşlar,aynı otlar,aynı abbara,aynı kapılar…Zaman tüm
yumuşaklığıyla onları da yıpratmıştı;üzgün ve kırgın bir kalbi yıpratamadığı
kadar.Bir süre yürüdükten sonra kendimi o abbaranın önünde bulmuştum.Güneşten
olabildiğince ışık almaya çalışmasına rağmen birkaç adım sonrası karanlığa
teslim olmuştu.Büyük girişinin karşısında durdum,durdum ve
durdum.Unuttuğumu,yitip gittiğini sandığım onlarca anı saplantı
göğsüme.Üniversitedeyken yaşanmışlıklara ev sahipliği yapan mekanların aradan
onlarca yıl geçmesine rağmen tekrar görüldüğünde insanda şok etkisine sebep
olduğunu ve bilinçaltında saklanan hatıraların tekrar ortaya çıkabildiğini
savunan bir tez okumuştum.O tezi böyle deneyimleyeceğim kimin aklına gelirdi.
Çok mu şey
değişmişti?Yoksa değişim sadece bende miydi?Zarafetle yükselen eski taş beşik
tonozda biten otlar yoktu şimdi.Yerini donuk,hissiz bir sıva almıştı.İnsan
görmek istemediği,çirkin bulduğu şeylere hemen makyaj yapar.Tonoz da nasibini
almış bundan.Unutmak istediklerimizi sıvarız,geçmişle aramıza set çekeriz.Peki
ya kalpte olanlara ne yapabiliriz?Karşımda duran beton basamakların arasından
güçlükle biten otlar gibi özlemlerimiz ve kırgınlıklarımız da kalpten fışkırır
bir şekilde.Güneş bembeyaz bulut kümelerine rağmen tüm samimiyetiyle ışık
saçıyordu abbaranın girişine.Önümdeki siyah takım elbiseli kır saçlı adam ağır
ağır çıkıyordu merdivenleri.Omuzlarındaki yük eğmişti başını sanki.Çevresinden
bihaber kendi dünyasında ilerliyordu.Ürkek ve ağır adımlarla ilk basamağı
çıktım.En küçük bir hatırayı bile hatırlarım diye dikkatle bakındım etrafıma.İlerde
abbaranın sonunda solmuş ışık yerini yerini gün ışığına bırakıyordu yeniden.Sağdaki
koyu eski ahşap kapı tüm mahzunluğu ile selamladı beni.Eski bir dosta bakıyormuşum
gibi hissettim.Üstünde kapı numarası vidalamışlardı: Mavi renkli bir metal
parçası üzerine kocaman bir ‘2’.Oraya hiç ait olmamış ve olamayacak kadar
anlamsızdı.Kapının üstündeki kubbemsi ve yanlarındaki kabartılmış işlemeler ise
zarafetini ve oraya aitliğini yitirmeden zamana meydan okuyorlardı.İçimde bir
burukluk ile vedalaştım eski dostum ile.Vedalaştığım kapı değil de içimden bir
parça,bir yitirmişlikti sanki.Sonraki adımı atmakta tereddüt ettim bir
süre.Etrafta kimse yoktu,takım elbiseli adamın ayak sesleri de yerini araba
kornalarına ve güvercinlerin kanat çırpışlarına bırakmıştı.Beton
basamaklardansa sağdaki taş basamaklardan çıkmaya devam ettim.Betondan oldum
olası haz etmezdim zaten.Solmuş sarı renkli duvar taşlarına dokuna dokuna ilerledim.Taşın
pürüzlülüğünü,nemini hissedebiliyordum. Benim de dahil olmak üzere daha nice
hikayelere tanıklık eden kadim şahitler bu taşlar.Her adımımda yeni bir dünyaya
açılan bir kapı vardı bu abbarada.En sevdiğim yanlarından biri de buydu
sanırım.Üstünde büyük harflerle ‘’ABBARA’’ yazan, koyu renkli ahşap kapının
önünde durdum.Yazı el yazması gibi duruyordu.Kapı eski kalmakla yeni olmak
arasında kalmış gibiydi.Onunla bu kapıya her baktığımızda bilinçsizce büyüsüne
kapıldığını görürdüm.Ama bu aynı kapı değildi artık ve o da yoktu.Geriye şahitleri
olarak ben kalmıştım.Kapının önüne serilen küçük halı geçen gidenlere ‘’Hoşgeldiniz,buyurun’’
der gibiydi.Kırmızı ve beyazın farklı tonlarında işlenmiş,beyaz püskülleri
kirlenmiş tatlı bir halıydı.Soğuk metal tokmağına istemsizice uzandı elim.Kapıyı
kimin açmasını bekliyordum?İçeride beni ne bekliyordu?İçinde bulunduğum boşluğu
giderebilecek birileri var mıydı?Çalamadım
kapıyı.Sağ üst tarafında yeni cilalanmış eski lamba duruyordu hala.Karanlıkta
etrafı saran sarı loş ışığı canlandı anılarımda;şimdi en pahalı ve modern
lambaların asla veremeyeceği bir huzur veriyordu. Kapıya baka baka ilerlerken
arkamdaki tuğlalarla çevrili gri rogar kapağına takıldı ayağım.Yıllar
önce yine takılmıştım ama o zaman düşmeme fırsat kalmadan kolumdan tutmuştu
beni.Rogar kapağı ‘’güven’’
hissini anılarımın derinliklerinden bulup çıkartmıştı.Abbaradan çıkıp iki yanı
evlerle sarılı dar bir sokağa çıktım.Farkettim ki neredeyse gördüğüm her
şey benim için önemli duyguları simgeliyordu,her duygu da bir hatırayı.Okunan
ikindi ezanı ile düşüncelerimden sıyrıldım.Sahi öğle ezanı ne zaman okunmuştu
ki?Kaç saattir burada olduğumu kestiremedim.Acelem de yoktu.Uzun zamandır kendim
için ayırdığım tek gün.Unutmak için kendimi günlük hayatın hızlı akışına
bırakmıştım.İşten başka düşündüğüm bir şey yoktu.Şu an içinde bulunduğum sokak
tüm varlığıyla bastırdığım,bir köşeye attığım eskileri hissettirmeye başlamıştı
bana.Eskiden beraber çıktığımız merdivenler beni tekrar çağırıyordu.İlerde
merdivenlerin sonunda bir duvarı tamir eden işçilerin belli belirsiz sesleri
duyuluyordu.Biraz daha ilerledim.Güneş yakmamasına rağmen alınlarında boncuk boncuk
terler birikmişti.Aralarından biri işçi olamayacak kadar havalı görünüyordu.Kaliteli
siyah haki yaka gömleği,koyu renk lacivert pantolonu ve siyah güneş gözlüğü ile
(önündeki metal merdivenden çıkmış olacak ki) yüksekçe bir duvarın üstünden
hararetle,işçileri güldüren bir şeyler anlatıyordu.Yaklaştıkça konuşmalarını
daha net duymaya başlıyordum.Sol taraftaki iki katlı evin balkonundan bir amca arada onlara katılıyordu.Eski belediyenin bu sokaklara hiç özen
göstermediğinden ve yeni belediyenin de gündüz ağaç dikip geceleri de onları
söktüğünden bahsediyorlardı.Yanlarından geçerken bakışlarının bana odaklandığını
hissedebiliyordum.Sola sapıp merdivenleri çıkmaya devam ettim.Karşımda görkemli
bir şekilde bir evin duvarı ile adeta bütünleşmiş bir şekilde iki koldan yükselen
asma gövdeleri vardı.Evin terasında birleşip altında yazın tüm ailenin yemeğini
yiyip ardından çayını içebileceği bir muhabbet mekanı oluşturmuştu.Özlediğim
samimi ortamlardan biriydi orası.Yol o evden ikiye ayrılıyordu.Duyduğum çocuk
sesleri ile içgüdüsel olarak sol tarafa döndüm.Yine duvarından ağaç dallarının
yükseldiği iki katlı bir evin dibinde oyun oynuyorlardı.Büyüğü kısa mavi bir
etek,üzerinde gözlüklü bir kadın figürünün olduğu bir t-shirt giymişti.Kalın
giyindiğim halde üşüyordum ben.Yaşlılığın getirilerinden biri olsa gerek.Küçük
kız at kuyruğu yaptığı siyah uzun saçlarını savurarak koşuyordu.Onlarda
geçmişimi kendimde de onların geleceğini gördüm adeta.Koşarak hızla
uzaklaştılar.Modern bir kentten buraya gelen her insan aslında sokağın ne
olduğunu elbette anlayacaktır.Yer yer daralan ve genişleyen,sürekli kollara
ayrılan bazen de çıkmaz sokaklara bürünen Mardin sokakları kentli insanın
özlemini duyacağı güzelliklerle dolu.Tam karşımdaki evin terasında bir aile
oturmuş akşam güneşinin keyfini çıkarıyor olacaklar ki kahkaha seslerini
duyabiliyordum.Eskiden sıcak sahlep içtiğim,onunla muhabbet ettiğim bu sokaklar
şimdi başka insanların bir şeyler paylaştığı yerler olmuştu.Çoğu kapının
üstünde hala her aileye özgü taş kabartmaları vardı.Kimisinde çam
ağacı,kimisinde de ağaç yaprağı figürü vardı.Bunlar mekanı kendine has kılan
etmenlerdi.Üstünde yonca yaprağı olan kapıyı çalıp kaçışımızı hatırladım.Kapıyı
kimse açmamıştı sanırım ama yine de korkup koşmaya başlamıştık.Sokağın solunda
kırmızı şallı,tatlı,lacivert sırt çantalı kızın üzerine kollarını dayayıp defterine bir şeyler çizdiği
duvara kadar nefes nefese koşmuştuk.Oradan ovaya savrulan bulutları ile sevdayı
kuşanmış Mezopotamya karşılamıştı bizi. Heyacanımıza ortak olmak istermiş gibi
kollarını açmıştı bize.Duvarın dibinde şimdi solmuş birkaç papatya ve kırmızı
çiçekler vardı.Koparılıp solmaları yetmezmiş gibi bir de kız onları ezip yoluna
devam etti.Söyleyecek söz bulamıyorum o hissettiklerimi açıklamak için.Önünde
küçük bir bahçe olan renkli desenli evin oradan geçip ana caddeye çıkan sokağa
girdim.Geçen arabaları,karşıdaki çay bahçelerini görebiliyorum artık.Dibinde
durduğum evlerden birinin taş işlemeleri gölgede kalarak bir insan yüzü silüeti
oluşturuyordu.Bulutlar pamuktan yapılmışçasına doldurmuştu gökyüzünü.Hep gidip
terasınsa çay içmek istediğimiz ama kapalı olan eski PTT binası üniversitenin
uygulama oteli olarak hizmet veriyormuş şimdi.Artık gidebilirdim oraya.Girişin
karşısında bir merdiven karşıladı beni.Çıktığım her adımda yalnız olmadığımı hissediyordum.Merdiven
iki kola ayrılıyordu.Sağdan devam ettim.Her adımımda yanımdaydı artık
biliyordum.Teras olabildiğince yemyeşil ovaya bakıyordu.Siyah sandalyelerden
birine oturdum ve ne içmek istediğimi soran güzel hanımdan iki çay istedim.
Bir basamak daha
Bir basamak daha… Huhhhh ha gayret! Nefes alışımın sesini geçtim, kalbimin atışını, tüm
damarlarımı hissediyorum. Bu nasıl yokuşlar bu nasıl merdivenler bu nasıl
güneş? Burnumdan aldığım oksijen ciğerlerime yetmiyor artık, mecburen ağzımdan
da nefes almak zorunda kalıyorum. Islaklıkla kararmış taşlar. Evini yıkıyor
sanırım bir teyze sokağa sürüklemiş suları. Suların aktığı sokaktaki ıslak
taşın kokusuyla beraber tadını da hissediyorum dilimde. Küflü, ıslak, toz
tokuşu ve Mardin’in kendine has o taşının kokusu. Yağmur da yağsa sokakta
yıkansa toprak kokamayan şehir! Keşke taş yerine ıslak toprak koksaydı mis gibi
ne olurdu sanki?
Bir basamak daha! Şu an çocukları dehşet iyi anlıyorum
merdivenlerden çıkarkenki o halleri. Mardin’de merdiven çıkarken herkes çocuk
bence tabi boyunuz 2 -3 metre değilse! Çocuklar gibi çıkıyoruz merdiveni o
kadar geniş ki basışları Sağ ayakla bir basamak sonra sol ayak sağın yanına
marş marş! İçimden gülüyorum herhalde bu merdivenler yüzünden ilk adımı hep sağ
ayakla çıkıyoruz. Sıcak sıcak sıcak nisan ayında bu ne sıcak sorarım sana ey
hava derdin nedir? Neme dair bir tek bir işaret yok. Hatta o kadar nemsiz
ki ellerim birbirine kağıt hışırtısı
gibi ses çıkıyor. Krem çantamda mıydı ki? Neyse sonra hallederim.
Sahi tükürük bezlerime ne oldu! Çalışmama kararı mı almışlar
eylem mi yapıyorlar. Protesto mu var hücrelerimde anlamadım. Burnumun direği
sızlıyor şu an kafam istemsiz bir şekilde sola döndü. Bu çöpü buraya kim
koymuş? Ablacım abicim tamam atıyorsunuz anlıyorum, bari iki katlı poşet olsun
şu su sızmasın ne olur!
Sağ bacak ha gayret bir basamak daha! Güneş ısıtmakta
ısrarcı akşam olacak abi hadi bat. Mardin’e ilk yerleşen adamı asla
anlamayacağım. Hayır derdin ne? Niye sessiz sakin ovaya yerleşmiyorsunuz ki? Bu
merdiven nedir insan çıkıyor insan!
Kafamı merdivenlere takmaktan çıkarıp etrafa kulak veriyorum
kuşlar ötüyor. Ama bir tane ağaç yok e bu sesler nereden geliyor? Gerçi ses
efekti de olabilir, milenyum çağındayız sonuçta herşey olabilir. Işınlanma
bulundu mu hakikaten ya nerde uçan arabalar? Milenyum çağındayız uçan araba yok
merdivenler bir harka. 3 basamak daha bunlar insanlar için hayret!
Bir insan tanesi yok u sokakta? Sola doğru taş duvarın
kenarında gölgeden yürümeye devam. Oyyh şükür serinlik. 1 2 3 4 5… 12 basamak. E ama insaf az kaldı ağlayacağım. Allah
allah bana ne oluyor böyle, normalde de çıkıyorum böyle merdivenleri bu ne
isyankarlık? Cidden bu gün üzerimde? ‘Her şey güzel olacak senle olunca’
şarkısı zihnimden geçecekti ki durduruyorum şu an kendimi yalnızsın ulan ne
güzel olacak sessiz sessiz çık merdivenini hadi!
Düşüncelerimde boğulurken fark etmemişim ama şu an serinlik
ve gölgenin muhteşem birleşimi olan bir sokaktayım. Oturacağım kimse tutamaz
beni. Serin, sessiz ve ıslak taş kokusuna devam. Vay be sokak yıkanmış burada
su aktı yıkandı değil ama yıkanmış helal!
Mama! bir çocuk bağırıyor üst katlarda sanırım, kafamı
çevirdim baktım ama evin içindeler ki kimseyi göremedim. Anlamsız bir bağırma
daha duyuyorum bu sefer annesi sanırım Arapça konuyorlar. Ay kaçma sesi
geliyor. İçimden hızlı hızlı daha hızlı diyorum. Yakalanırsa terlik gelecek
çünkü.
Serin taşla beraber gölge harka geldi ufaktan kalkalım
bakalım. Sol elim duvarda yürüyorum. Yağmur mu yağacak sanki bir damla düştü.
Kafamı kaldırıyorum bir bayan çamaşır asıyor. Yumoş kokuyor. Eski moda beyaz
perdeler! Vay be büyüdük. Gölge olmayan tek duvardan bir kuşun gölgesi geçiyor.
Ses efekti değilmiş. Hayırlı uğurlu olsun.
-Ne var ?
-Ahmet banyoda!
Küçük kız bağırarak annesine söylüyor. Ahmet banyodaymış. Ayağım
bir anda ıslak kaygan bir şeye bastım oha oha oha! taşlara tutunmasam merdivenlerden
aşağı herhalde başka şekilde inecektim. Kalbim çarpıyor şu an merdivenleri az
daha ayaklarımla değil de başka yerlerimle inecektim. Duvarlar iyi ki beton
değilsiniz taşsınız yoksa ruhuma el fatiha. Her yer gider borusu. Duvarlardaki
sunni sarmaşıklar gibiler. Dallı budaklı her yerdeler. Plastik gri, beyaz
borular. Bu gün yıkama günü falan mı? Damın yüzeyini süpürme sesini buradan
alıyorum. Sanırım yıkamanın sonuna geliyor abla tüm suyu gidere doğru itiyor.
Sular savaşıyor boruda, arada bir iki taş düşüyor borunun içinden. Kumun borudan
geçerkenki o pürüzlü sesi. Ben seslere dalmışken arkamdan yağlamayı unuttukları
için feryat figan yağlayın diyerek açılan demir bir kapı fark ettim tam kafamı
çevirdim ki, kapı anında kapandı. Sanırım rahatsız ettim. E hangi manyak durup
boruları izler ki? Zaten boru birazdan aşırı su, taş ve kumdan infilak edecek o
yüzden haydi bakalım, yola devam. Sahi nerede bu abbara?
İki adım atıyorum gözüm bir şeye takılıyor. Kahverengi
duvarlar mı sağlıyor bunu bilemiyorum. Çarpıcı oluyor sanki. Tam karşımdaki
duvarda naneye benzer çılgın isyankar bir bitki. Dağ taş bana sökmez diyen bir
havası var. Gülümsetti kerata. Sağ yanımdan jet hızıyla bir kedi kaplan arası
bir varlık geçti ben isyankar nanemsiye bakarken. Bu kediler ne yiyor? Biraz ilerde sağda bir delik var . Giriş mi
ki acaba? Buldum. Abbaranın girişi 2
basamak daha. Bu logar kapakları da mübarek sanat eseri. Sallanıyor
tahterevalli gibi hazır kimse yokken biraz oynuyorum logarın üstünde. Kafamı kaldırıp görebildiğim her yer
bakıyorum kimse yok oh! Umarım damlarda kimse yoktur.
Ama gündüz vakti bu
ne karanlık bir abbara sol üstte iki üç delik var ama güneş yer değiştirdiği
için aydınlanmıyor bile solda birde kapı var önünde sahanlık oluşturmak için
merdiveni daraltmışlar hepi topu 60 cm kalmış merdiven. İçimden hiç geçmek
gelmiyor fazla tekinsiz. Üstelik abbaranın açısı öyle farklı ki. Şu an aşağı
bakıyorum ama herhalde birisi geçse ancak beline kadar görürüm. Sisli havada
korku filmi çekimi için iyi set olurmuş derken içimden, abbaradan içeri bakmaya
devam ediyorum. Karanlığın içinden koyu kahverengi duvarlara, soldaki kapıya
bakıyorum bu evin girişi niye burada diye sonra duvardaki açılmış ışık bacası
olmaya çalışan deliklere. Kulaklarıma bir ses geliyor ıslıkla çalınan gerilim
müziği sanki…
HÜLYA OLĞAÇ
13 Nisan 2016 Çarşamba
Kaçış
Büyülenmiş bir halde dururken abbaranın karşısında, arkadan gelen "miyav" sesi ile irkildim. Arkamda, sağımda ve solumda olmak üzere toplamda beş kedi üzerime doğru yürümeye başlamıştı. Kendimi ya abbaraya atıp kaçmaya başlayacaktım ya da o keskin tüylerini, saldırgan patilerini, kıvrak ve sinsi bedenlerini üzerimde hissetmeyi kabullenecektim. Bunu asla göze alamazdım ve can havli ile attım kendimi abbaranın içinde bulunan dik ve sorunlu merdivenlerine. Koşarak ilerlerken rögar kapağına takılıp düşmem ile aslında nasıl bir yerde olduğumun farkına vardım. Başımı kaldırdığımda karşımda iki eski ahşap kapı , solumda paslanmış demir bir kapı, etrafımda yükselen duvarlar bulunuyordu. Karşı duvarın üzerinde sanki unutulmaya yüz tutmuş saksılar bulunmaktaydı. Dar ve yüksek taş duvarlarla çevrili sokakta dikkatimi dağıtan ufak bir sorun vardı. Karşımda duran iki kat yüksekliğindeki duvarda, o güzelim iki eskimiş ahşap kapı arasında bulunan su borusu... "Orada parazit gibi durmasaydın keşke !" Rögardan gelen koku ile fazla duramadan devam ettim yoluma. Ve bir tane daha rögar..
Arkama dönüp baktığımda gökyüzünde bulutların arasında saklanmış olan güneş, gözlerimi kamaştırıyordu. Kedileri çoktan unutmuştum bile. Kendi iç dünyamda geziniyor gibiydim. Kendi içimdeki duvarların, sınırların üzerinde duran umut gibiydi, gözlerimi kamaştıran güneş. Var ama saklı..
Basamakları betonla kapatılmış merdivenin sol tarafında kalan boşluktan sola doğru ilerledim. Üst basamaklara çıktıkça etrafımdaki duvarları aşmaya ve yeşil ile kahverengi renklerinin buluştuğu Mezopotamya' yı görmeye başladım. Dalıp giderken beni benden alan su boruları tekrar iş başındaydılar. Bu defa tam da sağ yanımda duran duvarın üzerindeydiler. Artık algılarım sadece su borularına odaklanmış gibiydi. Borulardan sonra gözlerim tellere, demirlere, kablolara, sokak lambalarına takılmaya başladı. Artık ne kediler ne duvarlar ne de sokaklar dikkat çekiciydi. Bu büyüleyici manzaralar içerisinde dikkatimi dağıtan, odağımı değiştiren; kablolar, su boruları, lambalar vardı. Etkilemekten ziyade ürkütmek ile meşgullerdi beni.
Allah'ım! işte bir tane daha, bu defa daha farklı sanki, duvarı delmiş geçmiş gibi içine dökülen her şeyi sokağa kusmak istercesine duran bir küçük borucuk..
İlerlerken solda,yaklaşık omuzlarıma kadar uzanan bir istinat duvarı, sanki "bana yaslan ve şu güzel Mezopotamya'ya bırak kendini" der gibi duruyordu. Odaklanmışken yeşiline, tekrar odağımı dağıtan su boruları, su depoları, antenler, elektrik direkleri, kablolar.. Fazlaca rahatsız olmaya başlamıştım. Yoksa ben mi abartıyordum? bilemiyordum. Aşağı doğru ilerlerken soba boruları da çıkmaya başlamıştı karşıma hem de sanki karşı bina ile bir ilişki kurmak istercesine uzanıyorlardı. Sola doğru devam ederken ana caddeye çıktığımı fark ettim. Solumda koca bir bina duruyordu, tabi etrafını saran borular ve teller ile beraber. Merdivenlerinden yukarı doğru çıkarken finale yaklaşıyor gibi hissediyordum. Ve işte karşımda çok net bir şekilde gözüme takılan teller, borular, depolar olmadan MEZOPOTAMYA.
Arkama dönüp baktığımda gökyüzünde bulutların arasında saklanmış olan güneş, gözlerimi kamaştırıyordu. Kedileri çoktan unutmuştum bile. Kendi iç dünyamda geziniyor gibiydim. Kendi içimdeki duvarların, sınırların üzerinde duran umut gibiydi, gözlerimi kamaştıran güneş. Var ama saklı..
Basamakları betonla kapatılmış merdivenin sol tarafında kalan boşluktan sola doğru ilerledim. Üst basamaklara çıktıkça etrafımdaki duvarları aşmaya ve yeşil ile kahverengi renklerinin buluştuğu Mezopotamya' yı görmeye başladım. Dalıp giderken beni benden alan su boruları tekrar iş başındaydılar. Bu defa tam da sağ yanımda duran duvarın üzerindeydiler. Artık algılarım sadece su borularına odaklanmış gibiydi. Borulardan sonra gözlerim tellere, demirlere, kablolara, sokak lambalarına takılmaya başladı. Artık ne kediler ne duvarlar ne de sokaklar dikkat çekiciydi. Bu büyüleyici manzaralar içerisinde dikkatimi dağıtan, odağımı değiştiren; kablolar, su boruları, lambalar vardı. Etkilemekten ziyade ürkütmek ile meşgullerdi beni.
Allah'ım! işte bir tane daha, bu defa daha farklı sanki, duvarı delmiş geçmiş gibi içine dökülen her şeyi sokağa kusmak istercesine duran bir küçük borucuk..
İlerlerken solda,yaklaşık omuzlarıma kadar uzanan bir istinat duvarı, sanki "bana yaslan ve şu güzel Mezopotamya'ya bırak kendini" der gibi duruyordu. Odaklanmışken yeşiline, tekrar odağımı dağıtan su boruları, su depoları, antenler, elektrik direkleri, kablolar.. Fazlaca rahatsız olmaya başlamıştım. Yoksa ben mi abartıyordum? bilemiyordum. Aşağı doğru ilerlerken soba boruları da çıkmaya başlamıştı karşıma hem de sanki karşı bina ile bir ilişki kurmak istercesine uzanıyorlardı. Sola doğru devam ederken ana caddeye çıktığımı fark ettim. Solumda koca bir bina duruyordu, tabi etrafını saran borular ve teller ile beraber. Merdivenlerinden yukarı doğru çıkarken finale yaklaşıyor gibi hissediyordum. Ve işte karşımda çok net bir şekilde gözüme takılan teller, borular, depolar olmadan MEZOPOTAMYA.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)